25 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Seri Katili Sevebilirim Diyenler İçin...



Evet son bölümü izlemeye başlamadan önce birkaç Fleetwood Mac şarkısı dinledim, bir kahve içtim, kimse sonsuza dek yaşamayacak ki diyerek Six Feet Under'in unutulmaz final sahnesini hatırladım böylece her türlü duruma kendimi hazırladım. Sonuç ne olursa olsun yine de elveda demek zorunda olduğum bir dostum olduğu için bir paket selpak aldım. Şimdi son kez devam etmeye hazırdım...

Dexter...

Ekranların en sevimli seri katili, ölüm meleği. Seni niye bu kadar sevdik?

En başta senaryodan ziyade yola çıkış fikri muhteşem. Bir seri katil ama kuralları olan... Aynı zamanda baba, kardeş, arkadaş... Hem de olabilecek en iyi şekilde. Bu fikrin çevresinde nasıl bir hikaye oluşturursanız oluşturun bir şekilde mutlaka ilgi çeker. Kaldı ki fikrin kendisi bir dizi hikayesi olarak oldukça enteresan iken Dexter'in zekice yazılmış senaryosu, her sezon aynı oranda olmasa da, izleyicide şaşkınlık duygusunun boyutlarını zorlayacak kapasitede.





''Dexter, seri katillerin çocuk sahibi olmamalarının bir sebebi var. Aynı anda hem bir katil hem de baba olamazsın, hiçbir şey öğrenemedin mi?'' 

Sekiz sezon boyunca soğukkanlı bir seri katilin hikayesini anlatıp izleyiciyi ona bağlamak çok kolay olmasa gerek. Dexter Morgan bunu başaran sıradışı karakterlerden bir tanesi. Birbirinden çok zıt iki yaşamı bir arada sürdüren Dexter normal hayatında, esas mesleği ile de ilişkili olarak, cinayet masasında çalışan bir kan analisti. Gerçek hayatını perdeleyen bu sözde yaşamın arkasında bir katil var. Öyle bir katil ki izlerken başına bir şey gelmesin, yakalanmasın diye ekranın başında yaşadığımız stresi ve rahatsızlığı Dexter kurbanlarını kendine has yaratıcı yöntemleriyle en ufak bir acıma hissi duymadan öldürürken yaşamıyoruz. Bunun aksine izleyenlerin, Dexter'i tanımayanların ve aslında ne yapmaya çalıştığını bilmeyenlerin göz ucuyla dahi bakmakta zorlanacakları o malum sahnelerde yaşadıkları rahatlama hissini tahmin edebiliyorum. Bu durum büyük ölçüde Dexter'in adalet sisteminden kaynaklanıyor. Çünkü o anda izlerken Dexter siz oluyorsunuz. Az sonra hayatını almak üzere olduğu kurbanı da kim bilir sizin hayatınızdan kim oluyor?






''Doğduğumdan beri, kendimi bir canavar olarak görmeme rağmen dünyada var olan kötülüğün derinliğiyle her yüzleşmemde hala çok şaşırıyorum.'' 


Bir sinema filmi ya da dizide hikayenin ekseninde döndüğü karakter ile izleyiciyi özdeşleştirebilmek baş kurallardan bir tanesi. Seyirci ekranda kendini görmeli, kendini karakterin yerine koyabilmeli ve karakterin başarısıyla izlerken aslında kendisi de tatmin olmalı. Dexter bir seri katil ve kişinin kendini onun yerine koyabilmesi nasıl mümkün olabilir diye düşünebilirsiniz ama Dexter aslında ister kabul edin ya da etmeyin, hepimizin yapmak istediği şeyi yapıyor. Dexter herkesin kendi içinde oluşturduğu adalet sisteminin somutlaşmış hali belki de. Kötü olanın ve sebepsizce yok edenin yok olmasına hiç kimse üzülmediği gibi Dexter için endişe duyuyor. Yapamayacaklarımızı, içimizde bastırmak zorunda olduklarımızı yaptığı için izleyenler olarak onu bu kadar seviyoruz. 






''İlkel doğmuş canlılarız. Arzuladığımız şeyler için mücadele etme dürtümüz rahime düştüğümüz andan beri vardır. Genlerimizde vardır, ruhumuza kazınmıştır. Kaldırımlar için bakir doğayı feda ettik,  gökdelenler için ise ağaçları... İçgüdülerimizle olan bağımızı kaybettik, kim olduğumuzla da.  Tabiatın güzelliğinden kendimizi mahrum ettik  ama artık kurtulmamız gerek...''


Dex'in iç hesaplaşmaları aslında ilk sezondan son sezona dek dizinin en önemli bölümünü oluşturuyor. İzleyici ile baş başa kaldığı ve izleyiciyi de aslında diğer yandan kendi vicdanı ile karşı karşıya getirdiği bu sahnelerde kendisini sorgulaması, herkese çok tanıdık birisini hatırlatıyor. Dexter'in iç sesine yazılan kusursuz diyalogların kendi düşünceleri arasındaki  zıtlaşmayı kimi zaman sevimli bir mizah yoluyla ortaya koyması dizinin en başarılı yönlerinden birisi. ''Ben olsam ne yapardım?'' sorusunu aklımızdan çıkaramadan izlediğimiz her macerasında Dexter'in yapmaya cesaret edemeyeceklerimizi yapması onu herkesin kahramanı yapıyor.




''Tick tick tick... Bu tükenmekte olan hayatının sesi.''


Dizinin izleyiciye sunduğu iki hayat aslında iki farklı dünyayı dengeliyor. Olur da karanlık dünyası sizi çok sıkarsa, bir anda etrafında oluşturduğu günlük düzenin parçaları bambaşka bir Dexter sunuyor. Siz de bu iki dünya arasında yolculuk yapıyorsunuz. Birçok dizide bir takım boşlukları doldurması niyetiyle hikayeyi desteklemeyen yan karakterler görürüz. Dexter'da bunun aksine karakterler son derece başarılı. Her birinin dizinin geneline hizmet eden işlevleri var. Giren çoğu karakterin etkisi kalıcı oluyor. İzlemekten hiç kimsenin pişman olmayacağı dizilerden biri Dexter. 




''Onlara bakınca öylesine kolay görünüyor ki... Başka bir insanla bağ kurmak. Sanki kimse onlara bunun dünyadaki en zor şey olduğunu söylememiş.



Bu arada şimdiye kadar izlediğim diziler arasında jeneriğine en çok bağlandığım dizi olduğunu da belirtmeliyim. Aslında her şeye çok yakından ve dikkatle bakıldığı zaman, günlük  hayatın çok küçük parçalarına bile, her işin doğasında şiddet olduğunu anımsatan, dizinin genel temasına hiçbir dizide görmediğim kadar hizmet eden bir jenerik. Müzik de bir o kadar harika.

Artık son bölüm de bitti. Sonuç ne olursa olsun selpakların işe yarayacağını biliyordum. Hepimiz farkındayız ki herkesi memnun etmek zor. Neredeyse imkansız bir hikayeyi izledik sekiz sezon boyunca, imkansız bir son beklemek de işi biraz abartmak olur. Çoğu kişi finallerin tahmin edilemez bir şekilde gelişmesini bekliyor, bu doğru değil. İzlediğiniz iş sizi belli bir duygusal yoğunluğa ulaştırdıktan sonra artık bazı teferruatlar çok da önemsenmez oluyor. Sekiz sezon da bu duygusallığa erişmek için yeterli bür süre. Dizinin finaliyle ilgili beni rahatsız eden bir sonuç oluşmadı, Michael C. Hall ve diğer herkes her zamanki gibi muhteşemdi... Ayrıca ilerleyen süreç için farklı bir isimle devam niteliğinde yeni bir proje ya da sinema filmi için beni umutlandırdı. Bu hikaye nereden devam ederse etsin ben peşinden gitmeye her zaman hazır olurum...

Dizi bittikten sonra bir müddet olduğum yerde kaldım, sonra odadan çıktım, içeriden Dex'in sesi geliyordu. Herhalde delirmeye başladım diye düşünecektim ki meğerse annem son sezonu daha yeni izlemeye başlamış. Ne kadar şanslı... Peki ya siz hiç izlemeyenler? 


Bu arada finali izlemeden önce dinlediğim Fleetwood Mac - Dreams şarkısının sözlerinden bir kısım; ne tutturmuşum ama!


Yalnızlığının sesini dikkatlice dinle
Bir kalp atışı gibi; 
seni delirtiyor.
Neye sahip olduğunu 
Ve
Ne kaybettiğini
Sessizlikte anımsıyorsun...

23 Eylül 2013 Pazartesi

"Deniz'in derinliği"

Çoğu insan en fazla 2 gazete alıp giderken, benim 10 gazete sayıp ve kasadaki ablanın “Ne yapıyorsun bu kadar gazeteyi” isyanıyla başladığım günlerden biriydi geride kalan ‘Pazar’. Eve gelip hafta sonu eklerini ayırdıktan sonra başladım okumaya; ancak bir sayfada daha doğrusu bir fotoğrafta takılı kaldım yarım saat.

Sevgili Uygar Taylan’ın objektifinden çıkan Deniz Akkaya fotoğrafı gerçekten büyüleyiciydi; ‘derin bakışlar’ın, ‘derin yırtmaçtan’ ve ‘derin göğüs dekoltesi’nden çok daha vurucu olduğunun bir kanıtıydı sanki. Serdar Turgut ya da Ertuğrul Özkök'e bir danışmak gerekir tabii...


Bir de Tuba Büyüküstün gerçeği var.

22 Eylül 2013 Pazar

Yakın Tarih, Uzak Sanat

                                   
Gerçekte yaşamış insanların hayatlarının anlatıldığı dizi ya da filmler söz konusu olduğunda, bilhassa tarihi açıdan önem teşkil eden kişiler ise, karakteri canlandıran oyuncunun fiziksel açıdan role ne derece uyumlu olduğu kaçınılmaz olarak herkes tarafından en çok tartışılan konu oluverir. Şu anda ''Ben Onu Çok Sevdim'' dizisinde Adnan Menderes'i canlandıran Mehmet Aslantuğ  gibi...



Oysa ki fiziksel benzerlikten ziyade canlandırdığı kişiliği kendine has kılan tavırlarını, davranışlarını, yüz ifadelerini, olaylar karşısında verdiği duygusal tepkilerini oyuncunun ne derecede özümsediği şahsi fikrimce elbette daha çok önemsenmesi gereken bir durum. Filmi izlerken en başta oyuncunun  gerçek kimliğinin ağırlığı ne kadar olursa olsun onu tamamen akıllardan çıkarabilmek gerekir. Bunu kaç defa yaşadım sayısını hatırlamıyorum ama ''Bugün de bir Robert De Niro filmi izleyeyim.'' deyip bir filmini açtığımda, De Niro'nun filmini izliyor olduğumu film esnasında bir defa bile hatırlamıyorum. Kimin hikayesini anlatıyor olursa olsun ona öylesine inanıyorum ki milyonlarca kişi gibi yüzüne hayran olduğum o adam 2-3 saatliğine tamamen başkası olup çıkıyor.  İşte bunu sağlayan unsurların tamamen fiziksel benzerlikten kaynaklanması zaten mümkün değil. Evet, bunun için en başta çok iyi bir oyuncu olmak lazım gelir. Fakat bu demek değil ki hali hazırda zaten rolüme çalıştım, canlandıracağım karakteri neredeyse ezberledim, artık neye nasıl tepki vereceğini bile en az onun kadar iyi biliyorum, inandırıcı bir oyunum var öyleyse görünüşünü benzetmek için çok çaba harcamaya gerek yok, olabildiği kadar olsun. Hayır... olabildiğinden daha da ileriye gitmeli. Ne anlatıyor olursanız olun sinemanın görsel bir sanat olduğu gerçeğini aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. Zaten bunun aksi sinema sanatının doğasına aykırı. Gerçekte yaşamış bir insanın hikayesini anlatmak için eğer ki sinema gibi görsel bir sanat tercih edilmiş ise o zaman bunun doğasına uygun olarak kişilerin görsel hazzına hizmet etmek durumunda, bambaşka bir dünya yaratmak zorundasınız. Kişi bu kadar çok yönlü düşünemeyecek, işin görsel boyutu ile baş edemeyecek durumda ise o zaman sinema ya da dizi-film seçmek yerine edebiyata yönelebilir. Bir film ortaya çıkarmak için sadece içerik malesef her zaman yeterli değildir.  

Dünya çapında ün sahibi kendini herkese kabul ettirmiş oyuncularda dahi bunun akla hayale sığmayan örneklerine rastlıyoruz. Bu insanlar sadece filmlerde rol almakla kalmıyorlar pek çok markanın yüzü olarak reklam filmlerinde kataloglarda yer alarak en az filmlerden kazandıkları kadar çok para kazanıyorlar yani kısacası çoğu için yüzleri ve fizikleri onların her şeyleri. Doğal hali ile bir oyuncu canlandıracağı karakterin zaten belli bir noktaya kadar benzeri olabilir, bundan sonrası oyuncunun ve film ekibinin çabasına kalmıştır. Söz konusu bu filmler için kurulan setler, uygulanan dekorlar, seçilen kostüm ve aksesuarlar işin apayrı bir boyutu zaten.





Monster filminde dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak atfedilen Güney Afrikalı oyuncu Charlize Theron'un,  ilk kadın seri katil olan Aileen Wuornos'u canlandırmak için tanınmaz hale gelmesi... Cast Away filmi için Tom Hanks'in film çekimlerine bilindiği kadarıyla 4-5 ay ara verip kilo vermesi, hatta o süre içerisinde başka bir film dahi çekmesi... Özellikle dünyada kendi yaş grubu içerisinde şahsen en iyi birkaç oyuncudan biri olarak olarak gördüğüm  Christian Bale... Bu adam daha 12 yaşında ufacık bir çocukken Empire of The Sun adlı Steven Spielberg filminde kendini kanıtlamış, büyüdükten sonra çektiği malum herkesin bildiği filmlerinde kendini aşmış bir oyuncu olarak ne zoru var da içinden yeni bir insan çıkaracak kadar kilo alıyor ya da zayıflıyor, her çalışmasında vücudunu biraz daha dejenere ediyor? Mesele tabii ki sadece kilo alıp vermekle de sınırlı değil çok küçük özellikler bile yerli yerinde ve doğru şekilde kullanıldığı zaman kişiyi tamamen farklı birine büründürebilir. Walk The Line filminde Joaquin Phoenix'in efsane müzisyen Johnny Cash gibi görünebilmesi için aşırı bir fiziksel değişim yaşamasına gerek olmadığı gibi bir tek saçını onun gibi taraması, elindeki gitarı onun gibi kavraması onu birden bambaşka biri yaptı. Önemli olan doğru noktayı kavrayabilmekte.



Dizi - film dünyasında yakın tarihi ele almak bana göre her zaman daha hassas bir konudur. Tarih günümüze yaklaştıkça işin zorluk boyutu o derece artar. Adnan Menderes Türkiye'de önemli bir yere sahip, aynı zamanda yakın tarihin içinden bir isim... Dolayısıyla daha çok hafızalarda. Fotoğraflarına, videolarına, ses kayıtlarına ulaşmak hiç zor değil. Kanuni Sultan Süleyman'ı canlandırmak ile Adnan Menderes'i canlandırmak birbirinden çok farklı. Çünkü Menderes'i canlandıran oyuncuyu bizzat Menderes'in kendisi ile kıyaslayabiliriz. Yakın zamanda hayatını kaybeden Steve Jobs'u canlandıran Ashton Kutcher'in performansı çok ağır eleştirilere maruz kaldı. Steve Jobs herkesin o kadar aklında, hafızalarda o kadar taze ki Ashton Kutcher'in her ifadesi herkes tarafından kıyaslanmaya çok müsait. Tarihi bir kişiliği canlandırmanın sorumluluğu ağır fakat yarattığı etki büyük. Son iki senede Akademi Ödülleri'nde Iron Lady filminde Margaret Thatcher'i canlandıran Meryl Streep ve Lincoln filminde Abraham Lincoln'u canlandıran Daniel-Day Lewis , En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında Oscar kazandılar.


Bu söz konusu projede özellikle oyuncu seçimi ve role uyarlanması konusunda gerekli hassasiyetin gösterildiğine bir türlü emin olamıyorum. İnandırıcı gelmeyen samimi olmayan bir şeyler var. Baş sebebi de başrol oyuncu... Mehmet Aslantuğ'nun mimiklerinde, konuşmasında fazla bir benzeme çabası seziyorum. Abartı malesef oyunculukta en gerekli unsurlardan biri olan doğallığı yerle bir eden bir etken. Kötü bir oyuncu olduğunu söyleyemem lakin her oyuncu her role en iyi şekilde uyum sağlamak durumunda değil. Fakat bana abartılı gelen aynı benzeme çabasını fiziksel olarak görebilmek de mümkün değil. En başta Mehmet Aslantuğ bu rol için gerçekten en uygun seçim mi? Bu tartışılır. Madem ki uygun görüldü o zaman bu oyuncuyu hamur gibi ele alıp en iyi kıvama getirip seyirciye sunmak zorundasınız.

Tüm hummalı olması gereken çalışmalar çok alelade yapılmış gibi bir hava sezdiriyor. Adnan Menderes gözlemlediğimiz kadarıyla alnı açık, saçları seyrek, şişman bir adam olmamasına rağmen sağlıklı günlerinde yanakları toplu, hafif de göbeği var. İnce ve keskin yüz hatları yok. Oldukça koyu saçlara ve kalın kaşlara sahip. Yüzleri birbirine benzemeye pek müsait olmasa da günümüzde plastik makyaj var ve oyunculuğa engel de değil. Türkiye'de dizilerin maliyetletleri geçmişe nazaran oldukça artık göstermiş durumda bu açıdan zorluk çekebileceklerini sanmıyorum, zaten böyle büyük bir işe girişirken bazı şeyler gözden çıkarılmak durumunda. Yukarıda saydığımız oyuncular vücutlarında kalıcı etki bırakabilecek değişimlere gözü kapalı evet diyorken Mehmet Aslantuğ'nun kaybedecek neyi olabilir? Ne Adnan Menderes'in mahkeme günlerindeki fiziksel olarak çöküntüye uğramış halini ne de bu dönemden önceki sağlıklı günlerini yansıtabiliyor. Bazı sahnelerde Adnan Menderes'i değil daha önce rol aldığı dizi Hanımın çiftliği'ndeki karakteri daha çok hatırlatıyor.

Türkiye'de dizi sektöründe artık orjinal işler bulmak çok zor. Dünyada zaten yapılmış ve kabul görmüş dizilerin birbirinden kötü kopyalarını izlemekten yorulduk. Dolayısıyla bizim olanı, bizden olanı ele alırken daha fazla hassasiyet beklemeye herkesin hakkı var. Daha az ama daha kaliteli iş izlemek aslında biraz da seyircinin elinde.  Kaliteli olan benimsenir ve her seferinde daha iyisi talep edilirse  hem televizyondaki iş hem de televizyonun karşısındaki izleyici karşılıklı birbirinin seviyesini arttırabilir. 

6 Eylül 2013 Cuma

" Kardeşimin Hikâyesi"


U-17 Milli Takımımız Avrupa Şampiyonası yarı finalinde Fransa karşısında Abdülkadir'in harika golüyle 1-0 öne geçiyor...


Fenerbahçe, Gökhan Emreciksin'le birlikte Ankaragücü'nden "Geleceğin Gerrard'ı" olarak gösterilen, Avrupa'da geleceğin yıldızları listesinde ilk 10 futbolcu arasında yer alan Abdülkadir Kayalı'yı kadrosuna kattı...

18 yaşındaydım, futbolla yatıp-kalkan biri olarak genç futbolcular daha da ilgimi çekiyordu ve hepsinin bir an önce sahnede olmasını istiyordum. Abdülkadir Kayalı yaşıtımdı ve F.Bahçe'ye transfer olmuştu. Onun hakkında daha önce yaptığım araştırmalardan Manchester City geçmişi olduğunu ve Avrupa'da birçok talibi olduğunu biliyordum. Bu transfer yalnızca beni değil futbol kamuoyunu da heyecanlandırmıştı... Herkes onu Sarı-Lacivertli formayla Kadıköy'ün çimlerinde görmek istiyor, forumlarda taraftarlar bunu sürekli dile getiriyor; ama o piyasaya çıkmıyordu. Çünkü gelir gelmez arka adalesi, yıllardır yapılan yanlış yüklemelere dayanamamış ve patlak vermişti. İşte kardeşimle hikayem tam da burada başlıyor...

Tesislerde aynı odayı paylaştığı 'Emre abisi' (Belözoğlu) tedavi için masör Aytekin Yılmaz'a gitmesini önerdi. O da doğru Aytekin'in evinin yolunu tuttu...
Aytekin Yılmaz kiracımızdı, futbol aşkıyla yanıp tutuşan bir genç için de bulunmaz bir nimetti. Doğal olarak ondan çıkmıyordum. Yine Aytekin'i esir aldığım günlerden biriydi. Kapı çaldı, içeriye bir 'Anadolu delikanlısı' girdi, evet o kişi 'Genç Abdülkadir'di. Merakla oynamasını beklediğim, seyretmek için can attığım bu genç futbolcuyu karşımda görünce, soru yağmuruna tutttum; o da 'içtenlikle' sorularımı cevaplamaya çalışıyordu. 17 yaşında F.Bahçe'ye transfer olmuş 'çocuk'ta şımarıklığın 'ş'si yoktu. Daha sonra Abdülkadir tedavi için koltuğa yattı, Aytekin'in kurduğu ilk cümle "Sen yıllardır bu adaleyle nasıl top oynuyordun, olağanüstü bir tekniğin var herhalde" oldu. Bu söz beni daha da heyecanlandırmıştı, onun futboluna karşı...

Gel zaman git zaman bizim muhabbetimiz artıyor, Abdülkadir 'Apo' oluyor, tedavisi de iyiye gidiyordu. Tedavi biterken Apo bizim evin bir çocuğu, benim yakın arkadaşım olmuştu artık. Neredeyse haftanın 5 gününü birlikte geçirdiğim bu adam F.Bahçe'de oynuyordu, altında arabası vardı; ama ne 'kızlarla' işi vardı ne de gece kulüpleriyle... Çok çalışıyor, sadece futbolu ve F.Bahçe'de oynamayı düşünüyordu. Türkiye Kupası'nda sadece Altay karşısında 15 dakika süre alabildi; ne Aragones, ne de Daum şans verdi ona.
Bir buçuk yıllığına kiralandığı İstanbul Belediye'de de 22 maçta görev verildi Abdülkadir'e. Ümit Milli Takım'da döktürse de Abdullah Avcı'nın ilk tercihi olmadı hiçbir zaman, sakatlıklar da peşini bırakmadı yine. 2011 yazında Fenerbahçe'ye geri döndüğünde çok sevdiği Aykut hocası, "Çok az oynamışsın Apo" dedi. "Geleceğin Gerrard'ı" olarak Ankaragücü'nden güç bela alınan Abdülkadir, Sezer Öztürk transferinde 'Artı' olarak kullanıldı: Para artı Abdülkadir... Oysa sadece 15 dakika şans verilmişti.
Apo, çok üzgün şekilde ayrıldı F.Bahçe'den. Küçüklüğünden beri hayalini kurduğu takıma gelip, oynamadan ayrılmak 'koyuyordu' en çok...

İstikamet Eskişehir'di. Kırmızı-Siyah günler çok parlak başlamıştı. Teknik direktör Bülent Uygun, "Sen büyük topçusun oğlum. Benim sana bir şey dememe gerek yok, istediğin gibi oyunu yönlendir" diyordu. Apo da içinden " Oh sonunda" çekiyordu. Fakat "3 Temmuz"da piyango Abdülkadir'e de vurdu. Bülent Uygun'un gözaltına alınmasıyla takımın başına Skibbe'nin getirilmesi Abdülkadir'in rüyasını kabusa çevirdi. Skibbe ile anlaşamayınca, Eskişehir'le sözleşmesini feshetti, transferin son günü Ordu'yla anlaştı.
Kampa geç katılması nedeniyle Ordu günleri, zor başladı. Teknik direktör Metin Diyadin, kendisini çok beğeniyordu ama kampı birlikte geçirmedikleri için Apo'yu kenarda oturtuyordu taa ki istifasına kadar. İstifasından önceki son maçta Abdülkadir'e şans verip, öyle ayrıldı Ordu'dan Metin Diyadin.
Apo için, artık Hector Cuper'li günler başlayacak, oynadığı her maçta takım kazanmasına rağmen, Cuper ona çok az süre verecekti. Geride bıraktığımız sezon da Abdülkadir için bir hayal kırıklığı oldu, takım ligden düştü. Taraftar sanki sorumlusu Abdülkadir'miş gibi sosyal medyadan küfürler yağdırdı, idmana gelip hakaretler etti. Abdülkadir 10 lig maçında oynamıştı, daha fazla oynasa belki böyle olmayacaktı; kim bilir...
A Milli takım hariç, Ay-Yıldızlı formayla, tüm kategorilerde kaptanlık yapan, Alper Potuk'un, Gökhan Töre'nin, Batuhan Karadeniz'in, Özgür Çek'in "Kapo"su, kaptanı Abdülkadir... Avrupa'da geleceğin yıldızı olarak gösterilen ilk 10 futbolcu arasında yer alan Abdülkadir... Fenerbahçe'nin transfer etmek için aylarca uğraştığı Abdülkadir... Yazları tatili kısa kesip özel hocayla idmanlar yapan Abdülkadir... Şimdi PTT 1. Lig'de, Türkiye'nin büyük camialarından Boluspor'da. Yeni bir sayfa açtı, daha 23 yaşında, hiçbir şey için geç değil. Kırmızı-Beyaz uğurlu gelir umarım, vurduğun gol olur... Gençliğini gece kulüplerinde değil spor salonlarında geçirmenin karşılığını inşallah alırsın kardeşim...

4 Eylül 2013 Çarşamba

İstanbul 2020?

2020 Olimpiyatları’nın hangi şehirde yapılacağı karara bağlanacak; artık saatler kaldı. Tokyo mu, Madrid mi, yoksa İstanbul mu seçilecek hep birlikte göreceğiz. Devlet büyükleri ve halk da ilk defa bu kadar ümitli durumdayken, spor basının akil adamlarından ve eski sporculardan görüşler aldım. İşte yorumlar:





Meleke: Kazanamazsak sürpriz olmaz
‘Futbol ansiklopedisi’, Milliyet gazetesi yazarı Uğur Meleke Olimpiyat adaylığımız konusunda şu ifadeleri kullandı: “Başbakanı, ’8 takım küme düşerse futbol ekonomisi batar’ diyen bir ülkeyiz. Bakanı, Şike Soruşturması’ndan sonra ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ diyen bir ülkeyiz. Benim olimpiyattan anladığım sadece ulaşım sorunu olmayan bir kent, güzel statlar, başarılı sporcular değil. Benim anladığım olimpik ruh, bu ülkede varmış gibi gözükmüyor. Bu yüzden olimpiyatları biz düzenlemezsek bu bana büyük bir sürpriz olmaz

Yerlikaya: Hak ediyoruz
“Asrın Güreşçisi” unvanlı milli sporcumuz Hamza Yerlikaya’nın 2020 Olimpiyat Oyunları’nın İstanbul’a verileceği konusunda inancı tam: “Başbakanımızın önderliğinde özellikle spor bakanımızın da yoğun çalışmalarıyla çok iyi bir adaylık süreci gerçekleştirdik. Benim kazanacağımızdan kuşkum yok. Gerek kentsel dönüşüm ve tesis projeleri ve genç nüfusumuzla, bunu hak ediyoruz. Ayrıca İstanbul’da daha önce gerçekleşemeyen bir organizasyon olması da ibreyi bize doğru çeviriyor. Öte yandan iki kıtada gerçekleşen bir olimpiyat olacak hem Avrupa’da hem de Asya’da. Bu faktörleri göz önüne aldığımızda, bizim seçilmemiz gerekiyor.

Karacan: Aktif politika ağır basar
Spor Basının ‘Romantik Adamı’ Okay Karacan, geçmişe göre çok daha hazır, çok daha istekli olduğumuzu belirtti; ancak Tokyo’nun bir adım önde olduğunu ifade etti: “İlk kez bu kadar kuvvetliyiz. İlk kez siyasi iktidar, İstanbul’un yerel otoritesi, iş dünyası ve ‘sokaktaki adam’ olimpiyat için geçmişte hiç olmadığı kadar istekli ve destek veriyor. Bu kadar güçlü bir isteğin olması, olimpizm ruhunu besleyecek ve İstanbul’u tercih haline getirecektir. Ne var ki; geçtiğimiz günlerde basına sızan, Madrid, Tokyo ve İstanbul’un kriter değerlendirme rakamları, birçok kalemde Madrid-Tokyo lehine; İstanbul aleyhine gözüküyor. Bunu ciddi bir değerleme olarak alacaksak, şansımız yok.
Bu değerlendirmeyi çöpe atacak olursak, şimdiye kadar yapılan kulis çalışmaları, ve son birkaç günde yapılacak girişimler belirleyici olabilir. Uluslararası siyasetin Orta Doğu’ya odaklandığı bir ortamda Madrid ve Tokyo’ya oranla şansımız zayıflamış olabilir; bu göz ardı edilmemeli. En zayıf noktalardan biri de; Türk spor algısının son zamanlarda doping, şike ve teşvik olaylarıyla ciddi zedelenmiş olması. Kişisel kanaatim, Arjantin’de son 2 günde yapılacak kulis çalışmalarının, iki ülkenin yarışacağı final oylamasına taşıyabilir nitelikte olduğu. Yine de IOC Değerlendirme Komitesi’nin 3 şehre yaptığı ziyaretlerin ardından; Japonya’nın yürüttüğü çalışmaların, aktif politikanın ağır basacağı yönünde. Üzülerek söyleyeyim ki Tokyo favori gözüküyor


Eler: 100 metre yarışı gibi
Spor Yazarı Caner Eler’in Olimpiyat adaylığı konusundaki görüşleri şu şekilde: Olimpiyat Oyunları çok kapsamlı, geniş bir olay. Her adaylık dosyasının belirli güçleri var. Teknik raporlarda da çok büyük fark yok. İstanbul’un ne Madrid’den ne de Tokyo’dan fantastik bir eksiği yok. Teknik raporlar da her şeyi ifade etmiyor tabii ki. İlişkiler ve lobi de seçime etki edecek faktörler. Ancak son saniyede bile insanlar kararını değiştirebilir. Değişkenler çok fazla olduğundan öngörü yapmak da çok zor. Örneğin 1996’da herkes, Atina’ya verilmesini bekliyor ama olmadı. 100 metre yarışı gibi düşünün; 3 ülke de finişe kafa kafaya girecek.
Önemli olan şehirlerde teknik yapılanmanın yanında olimpiyat kitlesini de oluşturmak. Çünkü sadece inşaat, stat, salon yapmakla bitmiyor. Ülkemizde gerçekleşen uluslararası organizasyonlarda da bunun örneklerini gördük. U-20 Dünya Kupası’nda bir kitle oluşmadı ama WTA çok güzel bir organizasyon olmuştu. Ayrıca 2020’yi kaybetmek dünyanın sonu değil. Önemli olan vaat edilen ‘İnsan projelerine’ devam etmek ve gerçekleştirmek.




Süleymanoğlu: Müslüman ülke olmamız avantaj
‘Cep Herkülü,’ 3 kez olimpiyatlarda altın madalya kazanan eski haltercimiz Naim Süleymanoğlu, yarışın İstanbul ile Tokyo arasında geçeceğine düşünüyor: “Sonucu önceden kestirmek tabii ki çok zor ama İstanbul ve Tokyo arasında gider gelir. Avantajımız Müslüman bir ülke olmamız. Kazanırsak ilk kez bir Müslüman ülkesinde olimpiyat oyunları düzenlenmiş olacak. Ama son dönemde yaşanan Gezi Olayları, Suriye meselesi kararda etkili olabilir.”

Gökçe: Soluk soluğa
Gazeteci Atilla Gökçe ise son ana kadar nefes nefese bir yarışın olacağını söylüyor: “Türkiye 3 ay öncesine kadar favoriydi. Bugün itibariyle iş fotofinişe kaldı. Her ülkenin şansını azaltan da avantaj sağlayan da gelişmeler var.  Soluk soluğa bir yarış olacak. İstanbul’un şansı yüzde 33.”


Krediyle de olsa o rekor kırılacak

TÜRK futbolunun simge isimlerinden Şenol Güneş’in, “Eskiden futbolu fakirler oynar zenginler izlerdi, şimdi ise zenginler oynuyor fakirler izliyor” sözünü unutmak mümkün değil. Futbol, futbolcular zenginleşti de zenginleşmesine ya diğer spor dalları!.. Daha önce bu sayfalarda; milli atletlerimizin, haltercilerimizin, güreşçilerimizin inşaatlarda çalıştıklarını, bazen yol parası dahi bulamadıklarını okumuştunuz. Şimdi de bir ‘Su perisi’nin hikayesine şahit olacak, “Şaka mı bu” diyeceksiniz
 

34 yaşında, Serbest Dalış Milli Takımı’nın gözbebeği, dünya ikincisi ve sayısız rekorun da sahibi Derya Can. Aynı zamanda bir anne ve Çanakkale 23 Eylül İlkokulu’nda beden eğitimi öğretmeni. Kendisiyle 3 yaşındaki oğlunu, öğretmenlikten kazandığı parayla finanse ediyor; rekorların, şampiyonlukların getirisi olmuyor!..
Geçen hafta, rekor denemelerine hazırlanmak için çektiği 10 bin liralık tüketici kredisiyle basında yer aldı milli sporcu; sponsor bulamıyordu. Gerçekten böyle miydi, bu kadar vahim miydi durum!..
Haberi okur okumaz harekete geçtik ve Derya Can ile iletişim kurduk. Vaziyet sandığımızdan daha kötü olsa da o moralini hep yüksek tutuyor. “Kredi borcunuzu biri şimdi çıkıp ödemek istese ne yapardınız” sorumuza “O ancak filmlerde olur ama krediyle de olsa ben bu rekoru kıracağım” cevabını veriyor.
Antalya Kaş’ta yalnızca derin sulara kilitlenmiş durumda olan ve iki dalda dünya rekoru denemesi yapacak Derya’nın hayat hikayesini dinledik; ‘kredi olayını’ ve ‘diğerlerini’ konuştuk. ‘Madalyonun diğer yüzü’yle sizi baş başa bırakıyoruz.



Hayata startı nasıl bir aileyle verdiniz?
2 kız kardeşimle birlikte 5 kişilik bir ailede büyüdüm. Annem ev hanımı, babam işçiydi.  Aile zengini ya da mal varlığı olan bir aile olmadık. Tek maaşla yeri geldiğince aşırı kısıtlı imkanlarla dişimizi sıkıp bir evimiz olsun diye didindi babam. Şimdi ise tek maş varlığı bir evidir ve halen borç öder. Türkiye’deki her işçi ve memurun kaderinde bu yok mudur zaten?

Baba evinden sonra?
4 yıl süren bir evliliğim oldu; ama 9 ay evvel görüş ayrılıklarından dolayı bu evliliği sonlandırdık. 10 kasın 2010’da doğan oğlum Poyraz Mustafa, hayatımın en büyük anlamı. O bana büyük güç vermekte. Bu arada 10 Kasım’da doğduğundan 2. adı Mustafa'dır oğlumun.



Sporculuk serüveni nasıl başladı?
Spor hayatım ilk okulda başladı önce atletizm yaptım; il ve bölge çapında başarı elde ettim. Daha sonra lise dönemimde tekvando yaptım ve tekvandoda da Türkiye ikinciliğine kadar yükselip milli takım 2000 olimpiyatları aday kadrosuna seçilmiştim. Ama o yıl dizimde gerçekleşen bir sakatlık bu sporu bırakmama sebep oldu. 1997-2001 yılları arasında üniversite eğitimimi tamamladım. Serbest dalışa başlamam da epey ilginçtir.2001 yılında mezun olunca atanamayan KPSS mağduru öğretmenler arasına girdim. Bir sene ders çalıştım ama çok az puanla atanmayı kıl payı kaçırınca ben de yeni bir uğraş arayışına girdim.
Daha evvel 15 yaşımda tüplü dalış eğitimine başlamış ve yarıda bırakmıştım bu eğitimimi tamamlamak adına hem eğitmenlik alacak hem de boş vakitlerimi düzgün ve verimli geçirecektim. Yarım bıraktığım dalış eğitimime Çanakkale sualtı kulübünde devam etmeye başladım. O sırada dalış kulübünün serbest dalış takımı sporcusu olan kuzenimin antrenmanlarıyla da denk geliyorduk. Kuzenim Derya Tolu’nun, Türkiye şampiyonu ve rekortmeni bir sporcusu olması bu spora ilgim oluşmasına sebep oldu. Kuzenim bana "Gel seni de takıma alalım" demişti ben de gülüp geçmiş, daha 22 yaşımda olmama rağmen "Bu yaşta yeni bir spora mı başlanır, ben bir işi yaparsam en iyisi olur ya da en iyiler arasında olurum" demiştim. Kuzenimin dalış antrenmanlarını izlemeye gitmeye başladım. Taktıkları o uzun paletler, nabızlarını nefeslenme teknikleri ile yavaşlatıp bilinmez derinliklere dalışları beni müthiş etkilemişti. İlginç olan deniz fobim olmasına rağmen artık o derin maviyi ben de keşfetmek istiyordum. İşte o yıllarda kuzenimin bana yaptığı o teklif kaderimi değiştirdi. Şimdi o sporu bıraktı; ama benim antrenmanlarımda ve yarışmalarımda bana hep destek oluyor. Serbest Dalışa başlamam adaşım ve kuzenim Derya sayesinde olmuştur.

Dünya Sualtı Oyunları ikinciliğiniz var ve şimdi de yeni bir rekor denemesi yapacaksınız. Fakat rekor denemesi için maddi destek bulamadığınız için kredi çektiğiniz ve kendi imkânlarınızla hazırlandığınız ortaya çıktı. Hala daha bir sponsorluk teklifi gelmedi mi?
Şu ana kadar bir sponsorluk teklifi gelmedi. Kredi ödemeye devam maalesef…

Aynı durumu bir dönem Süreyya Ayhan da yaşamıştı; sponsor bulamamıştı. Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak için hazırlandığımız bu süreçte, Spor Bakanlığı'nın sizlere ekstra ilgi göstermesi gerekmez miydi?
Spor Bakanlığı’nın başarı elde etmiş sporculara zaten sahip çıkmalı. Ama bence daha da önemlisi ilkokul çağlarında umut vaat eden sporcuların, elinden tutup eğitiminden spor yaşantısına kadar maddi destek vermek gerek. Yurt dışından sporcu devşirmek yerine var olanlara destek vererek başarı elde edilebilir. Şimdi benim gibi amatör dalarda başarı elde eden sporculara destek konusuna gelirsek söylenecek çok söz ama kısaca şunu diyeyim: Türkiye’de koluna iki ünlü takıp, meşhur olan sporcular var; mankenliğe, modelliğe özeniyorlar. Bu tipler ünlü olup para kazanıyorlar. Ama benim tarzım değil o; yapamam ben. Belki yapsaydım şimdi hem sponsorum olurdu hem de ünlü olurdum. Fakat ünlü olma kaygım yok sadece başarılarım bilinsin yeter. Tek derdim ülkemi yurt dışında temsil etmek ve madalya alıp bayrağımızı dalgalandırmak. Rekor denemesine karar vermem ise şöyle oldu; Zaten 5 yıldır projem olan derin dalış dünya rekoru denememi de Dünya Şampiyonaları’nın Ekim- Kasım aylarında yapılması ve sezonu kapatmamdan dolayı hep erteledim. Bu sene yani 2013 dünya şampiyonası Ağustost’a olduğundan rekor denemesi için 2 aylık olsa da çalışma fırsatım oldu. Normalde 2-3 sene sadece derin dalış çalışarak rekor denemesine hazırlanıyor sporcular; ama ben 2 ay gibi kısa bir sürede rekor olan 70 metre derinliğe yaklaştım bile. Sponsor desteği yok fakat kredi ile borçla da olsa bu rekor gelecek! Bakanlığın ekstra ilgi konusuna da değinmek istiyorum; ekstra ilgiye gerek yok! Yeteri kadar ilgi olsa yeterli



Bireysel olarak yardım talep ettiğiniz biri ya da bir kurum oldu mu; şimdi bir yetkili çıkıp kredi borcunuzu ödemek istese cevabınız ne olur?
Çanakkaleli olduğumdan ve orada yaşadığımdan Çanakkale'nin en büyük şirketlerine başvuruda bulundum ama maalesef olumlu bir cevap alamadım! Biri çıkıp benim kredi borcumu kapatacak ha! O ancak filmlerde olur.

Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu'nun tavrı nedir sizinle ilgili? Sizlere, tesis ve maddi olanak sağlamakta ne kadar yeterli?
Federasyon beni el üstünde tutuyor diyemem ama normal bir sporcu gibiyim onlar için. Ya da benim gözümden böyle. Tesis ya da maddi destek vermiyor. Aslında federasyonun ödül yönetmeliğinde maddi destek verebileceği yazar, hem de bakanlığın sporcuya verdiği ödül kadar verebilir. Ama şu an için bana ya da başka sporculara gelen bir maddi ya da malzeme desteği yok.

Futbol tarihimizde milli takım bazında ikinciliğimiz dahi yok; ancak futbolcular milyon dolarlarla oynarken sizin durumunuz ortada. Bu durumu yadırgıyor musunuz? Örneğin dünya ikincisi oldunuz, kazancınız ne kadar oldu?

Futbolun dünya da yeri ayrı! Arz talep meselesi. Aldıkları para beni ilgilendirmiyor. Gözüm de yok; ama başarısızlıklar tabii göze batıcı. Dünyada Avrupa’da başarı elde etmeme rağmen ve benim gibi diğer arkadaşlarıma da 20-30 bin liralık para ödüllerine maalesef bakanlıktan onay çıkmıyor. Sebebi ise yönetmelik… Yönetmelik  yarışmada 10 ülke olacak diyor. 8 ülke katılınca da biz para alamıyoruz. Bunca zaman çalış, tüm malzeme, beslenme, dalış ekipmanı masrafını kendin karşıla; git üstüne dünyada derece yap ama iki ülke az geldi diye ödülünü alama… Şimdi para için mi bu işi yapıyorsun diyenler çıkarsa şunu söylemek istiyorum; bir öğretmen maaşı ile her yıl gerekli olan en az masrafım 10-15 bin lirayı kendi cebimden harcıyorum ve bir çocuğum var. Onun da geleceğini düşünüp, birikim yapmak zorundayım ama bu gidişle bu biraz zor.


Şu an Kaş'ta çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz? Günde kaç saat antrenman yapıyorsunuz ve ne şekilde oluyor?
İki dalda iki dünya rekoru denemesi yapacağım. Bunlardan biri ‘İp Destekli Paletsiz Derin Dalış’ yani paletsiz ip çekerek tek nefes ile 70 metre derine inip çıkacağım. Diğer dal ise ‘Değişken Ağırlıklı İp Destekli Derin Dalış’. Bu dalda ise bir asansör ile dibe inip, paletsiz ip çekerek yukarıya çıkıyorsunuz. Bunda rekor 61 metre ve ben henüz bu bölümde dalacağım derinliğe karar vermedim ama en az tabii 62 metre yapmam gerekecek. Bu rekorları kırabilmek için iki gün arayla derin dalış antrenmanları yapmaktayım. Antrenmanlarıma destek veren ‘naturablue dalış merkezi’nin dalış teknesiyle dalışlarımı yapıyorum. Geri kalan zamanlarda kara antrenmanları ve nefes egzersizleri ile günde 3-6 saat gibi bir antrenman sürem var. Bu yarışma dönemine yakın daha da artabiliyor.

Aynı zamanda beden eğitimi öğretmenliği yapıyorsunuz? Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
 İnsanlar bir işte zorlanırken ben bazen 3’e 5’e bölünüyorum. Profesyonel bir sporcu, öğretmen, anne ve ev kadını…Her şeyi iyi yapmaya ve tek başına yapmaya çalışırım. Evde ev işlerimi kendim yaparım; oğlum ile çoğu zaman kendim ilgilenir, onu gittiğim her yere taşırım. Hatta arkadaşlarım "Oğlunu çanta gibi her yere taşıyorsun" derler bana, ben de "Onu bırakmak için doğurmadım" derim. Çok mücadeleci ruhum var. Zoru başarmaktan çok daha fazla hoşlanıyorum ama bu rekor denemesinde sponsor olmayışı beni aşırı zorlamaya başladı. Ben gene de pes etmeyeceğim.


Umarım rekoru kırar ve hedefinize ulaşırsınız. Rekoru kırdığınızı düşünürsek; sudan çıktığım anda "şunu diyeceğim" diye bir düşünceniz var mı?

Genelde performans esnasında zorlanmalar başlayınca kendimle konuşurum... "Sen bu iş için doğmuşsun ve çok iyisin, her şey çok güzel olacak" tarzında telkinlerde bulunurum kendime . Her rekor kırdığımda ise "işte gene başardım" diye içimden geçiririm. Sanırım bu rekoru kırınca da sadece içimden bu düşünceleri geçirip tebrikleri kabul ederim.


Suat Kılıç'a iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?

Sayın bakanımıza önce şunu söylemek istiyorum: 2020 olimpiyatlarına aday olmak bir ülke için çok önemli ama bu yolda giderken dönüp bakmak gerek geride kalanlar ne durumda. Ben ve benim gibi sporcular şu an gerilerde kalanlardanız deyim yerindeyse. Bu durumda olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında hiçbir başarı elde edemeyiz. Gereksiz insanlar Spor Bakanlığı’nın projelerinde yer almakta, bayramlarda resepsiyonlara davet edilmekte. Ben o kadar başarı elde ettim daha bir kere bile resepsiyona davet edilmedim ve derece elde ettiğimde tebrik telefonu ya da mesaj almadım. Gerçek sporcular ben ve benim gibi milli takıma seçilmiş milli takımda madalya almış ülkesini temsil etmiş ve temsil etmeye layık olmaya çalışan sporculardır. Bizler de destek görmek ve sadece gerekli olan kıymeti görmek istiyoruz fazlasını istemiyoruz.

Bu süreçte kırgınlıklarınız oldu mu?
Şu an tek kızgınlığım aldığımız madalyaların kıymet bilinmemesi.

Sizin eklemek istedikleriniz var mı?
Bu süreçte bana manevi destek veren herkese; Milli Takım Teknik Direktörü Levent Ucuzal’a, Orhan Ölçücüoğlu’na ve Evren Orhon'a da sonsuz teşekkür ediyorum.  Sponsorum olsa daha konforlu çalışma şartları ile rekor kırarım ama olmasa da Türk halkına söz veriyorum: Bu rekorlar kırılacak. Bu sene olmazsa seneye olacak.



Balıkçı değil futbol köyü

Atatürk’ün müdavimi olduğu Altınkum Plajı’ndan ve balık lokantalarından bilirsiniz Rumelikavağı mahallesini… Fakat çoğu kimsenin bilmediği bir özelliği daha var Rumelikavağı’nın; Türkiye Ligi Gol Kralları Cemil Turan ve Bora Öztürk bu köyde büyüdüler. ‘Kavak’ın suyunda var bu iş. 19 yaşındaki Ecem Esen de Kadın Milli Takımımızda forma giyiyor.


Rumelikavağı, İstanbul’un kuzeyinde Sarıyer ilçesine bağlı, nüfusunu Trabzonlular’ın oluşturduğu bir mahalle. Mustafa Kemal’in sürekli denize girmek için geldiği, Kabakçı Mustafa ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın da doğduğu, büyüdüğü bir köydür ‘Kavak’. Burada herkes birbirini tanır, halkın büyük bölümü geçimini balıkçılıkla sağlar. Yaz mevsiminde plajları ve balık lokantaları tıklım tıklım dolar. Fakat balığıyla, plajlarıyla, inciriyle ünlü 2 bin kişi nüfuslu mahalleden; iki Türkiye Ligi Gol Kralı, iki milli takım antrenörü, 20’den fazla profesyonel futbolcu çıktığını çok az kimse bilir. Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin efsanesi Cemil Turan’ın, efsaneleşmesinde Rumelikavağı mezarlığında oynadığı mahalle maçlarının etkisini bilir misiniz? Ya da Adanaspor formasıyla Türkiye Ligi Gol Kralı olan, uzun yıllar da Beşiktaş forması giyen Bora Öztürk’ün tahtadan yapılan kale direklerini mermi gibi şutlarıyla defalarca kırdığını…
Mehmet Demirtaş’ın Rumelikavağı plajlarında top tekniğini geliştirdiğini ve ayağının dışıyla topları garajdan balkona adrese teslim gönderdiğini duymuş muydunuz!.. Veya Milli Takım antrenörlüğü yapan Kamil Doygun’un pazar  tezgahlarıyla ayak içi pas çalışması yaptığını…
Dile kolay 25 profesyonel futbolcu, iki ayrı 11 oluşturulabilir… Hepsi ayrı bir hikaye, hepsi ayrı bir film konusu adeta. 25 futbolcunun hepsiyle konuşmak mümkün olmadı tabii ki, arada rahmetliler de var; Fenerbahçe’nin 60’lı yıllardaki unutulmaz kalecilerinden Mehmet Çecik (Keçi), Göztepeli Tayfun Demirci ve Bora Öztürk şimdi cennete forma savaşı veriyor. Önce Cemil Turan’a ulaşıyoruz. Büyük efsaneye, onlar için top sahası olan mezarlığın boş alanındaki maçları soruyoruz.



Mahalle maçlarının sizin için önemi ne oldu?
Yetenek tartışılacak bir olay değil; ama yeteneği geliştirmek ayrı bir şey. Ben mahalle maçlarında rakiplerimi geçmeden önce 5 tane de ağacı geçmek zorundaydım. O engebeli alanda ağaçların arasından geçtikten sonra rakiplerimi geçer öyle golümü atardım. Düşünebiliyor musunuz o koordinasyonun nasıl geliştiğini. Rumelikavağı’nda yetişmek, o maçları yapmak elbette yeteneğimi geliştirmemde büyük rol oynadı.
SOKAK FUTBOLUNUN ÖNEMİ
İkinci adresimiz Mehmet Demirtaş oluyor. Futbolu bıraktıktan sonra, sevdiği mesleğin içinden kopmayıp antrenörlüğe adım atan, yıllarca profesyonel liglerde teknik direktörlük yapan ve uzun süredir de Yılmaz Vural’ın yardımcılığını yapan Demirtaş, Rumelikavağı’nın sırrını sokakta oynanan futbola bağlıyor. Demirtaş, R.Kavağı örneğinden de tümevarımla Türk futbolunun sorunlarını ele alıyor
R.Kavağı’ndan bu kadar önemli isimlerin çıkmasının bir nedeni var mı?
Bugün dünyanın bas bas bağırdığı sokak futbolunun önemi Rumelikavağı’nda ortaya çıkıyor. Yıllardır üst düzey futbol antrenörlüğü yapıyorum. 70’lerde yapılan uygulamalar bugün geliştirilerek yeni programlar üretilmeye çalışılıyor. Düşünsenize bir 5-6 yaşından beri ağaçlarla ikiye bir yapmaya çalışırdık. Patlak toplarla maç yapardık. Futbolcu adayı için bunların önemi kelimelerle anlatılmaz. O bilmeden kapılan tekniği düşünebiliyor musunuz. Ama maalesef şimdi çocuklarımızın futbol oynayabileceği alanlar tel örgülerle çevrili. Toprak sahamızın yerine halı saha yapıldı, etrafı tel örgülü. Çocuk tel örgüyü aştı diyelim, sahanın içinde düdüklü bir cellat var. Cellat düdüğe basıyor bilip bilmeden. Bu sefer de çocuğun bireyselliği gelişmiyor.





Futbol okullarındaki antrenörler mi engelliyor bireyselliğin gelişmesini?
İnisiyatif tamamen onlar da olunca çocuk kendine bir şey katamıyor. Çocuğa bir şey öğreteceksen antrenmandan iki saat önce çağır, tahtada öğret teoriyi pratiği ona bırak. Ama cellatlar ay başında alacağı maaşı düşünüyor. 

SAHADAN GECE GÜNDÜZ ÇIKMAZDIK
Rumelikavağı’nın yetiştirdiği yıldızlardan biri olan Sinan Demirci de sokakta oynanılan oyunların önemine vurgu yapıyor. 
Sizin profesyonellik yolundaki sırrınız nedir?     
Benim jenerasyonumdan 5 profesyonel futbolcu çıktı. Biz ne yapıyorduk, direğe vurmaca, yere düşürmemece gibi çeşitli oyunlar oynuyorduk. Bunları tabii maç aralarında yapıyorduk. Toprak sahamız vardı eskiden oradan gece gündüz çıkmazdık. Hamdi Demirtaş, Naim Ulusoy, Murat Bayraktar ve Ersin Şenyurt biz 70 jenerasyonu olarak profesyonel liglerde oynadık.




BEŞİKTAŞ İDMANINDAN ÇIKAR 2 MAÇ DAHA YAPARDIM

Rumelikavağı’ndan çıkma futbolculardan Yasin Sülün şimdilerde Beşiktaş Kulübü’nün altyapısından görevli. U-17 takımını çalıştıran eski yıldız futbolcu, Siyah-Beyazlı takımın altyapısında oyuncuyken antrenmanların kendisini kesmediğini ve Rumelikavağı’ndaki mahalle maçlarına katıldığını söyledi. Sülün ayrıca şimdiki genç futbolculara da veryansın etti: Futbolu 5’ıncı 6’ıncı sıraya atıyorlar.
R.Kavağı’nın kariyerinizin başlangıcındaki önemi nedir?
Burada herkes futbolla yatıp kalkar.  Sokak futbolu ön plandadır. Ben mesela Beşiktaş’ta oynarken idman biterdi, gelir buraya iki maç daha yapardım.  Benim şöyle bir anım vardır. Burada bir basket sahamız vardır.  Orada futbol oynardık beton üstünde. Ama taç aut yoktu, oyun sürekliydi ve bu bana müthiş bir refleks, pas yeteneği ve kontrol kattı.

Sizin döneminizle ile şimdiki alt yapı futbolcuları arasındaki farklar neler?
Bizim zamanımızda daha yetenekli futbolcular vardı. Zaman çok değişti. Biz sadece futbolu düşünüyorduk. Artık futbolcular için bilgisayar, internet, gezme, sinema, kızlar ön planda. Okul ve futbol onların ardından geliyor.


KAVAK’IN SUYUNDA VAR
Türk futboluna 25 tane profesyonel futbolcu kazandıran Rumelikavağı’nın büyük bir sürprizi daha var. Emine Ecem Esen 19 yaşında. Kadın Milli Takım formasını giyiyor. Rumelikavaklı olan Ecem, Hasköyspor’da futbola başladı. Futbola başladığı sene hemen genç milli takıma çağrıldı. Şu an Çamlıcaspor’un formasını giyen  orta saha oyuncu A Milli Takım’la da idmanlara çıkmaya başladı. Ecem başarısını “Rumelikavağı’nın suyunda var” sözüyle açıklıyor.

















Rumelikavağı’ndan çıkan profesyonel futbolcular
Cemil Turan
Bora Öztürk
Mehmet Çeçik
Mehmet Sülün
Kamil Doygun
Mehmet Demirtaş
Cudi Vergili
Tayfun Demirci
Hamdi Demirtaş
Sinan Demirci
Yüksel Çınar
Süleyman Yalçın
Naim Ulusoy
Yasin Sülün
Ersin Şenyurt
Murat Bayraktar
Evren Bayraktar
Emrah Şahinçiftçi
Savaş Terzi
Erkan Çecik
Ertun Acarsoy
Erkan Sirkan
Barış Zıvalı
Ali Güngör
İbrahim Hırçın




Onlar benden ilham alsınlar


Türkçe albüm hazırlığı içerisinde olan Bedük bomba gibi geliyor. Yaptığı işte iddialı olan ve kimseden esinlenmediğini söyleyen başarılı şarkıcının yeni şarkılarını dinledik; albüm hakkında bilgiler aldık



TÜRKİYE’de elektronik müziğin 1 numaralı ismi Bedük, Ocak ayında çıkardığı Overload albümünün ardından sanat hayatındaki 10. yılı şerefine sevenlerinin karşısına Türkçe albüm ile çıkacak. 2004’te “Nefes Almak Zor" albümüyle meslek hayatına start veren Bedük, elektronik müzik ile ‘Türkçe’nin bir arada olabileceğini tekrar göstermek için hummalı bir çalışma içerisinde.
Bedük, yeni albüm için hazırlıklarını sürdürürken başarılı şarkıcının kapısını çalıverdik. Şarkılarını ve müziğini hazırladığı stüdyoya indik. “Özelikle kimseyi takip etmem, ben üretiyorum zaten, üretilenle ilgilenmem” ifadelerine kullanan Bedük’ün hayranlarına çok güzel haberlerim var; ben yerimde duramadım açıkçası. Şimdiden söyleyeyim: ‘Konser fenomeni’ olacak bir parça geliyor… Taptaze şarkıları dinledikten sonra geçiyoruz stüdyonun hemen yanındaki oturma odasına. Bedük’ün esprileriyle kahkahalara boğulduktan sonra derin bir nefes çekip, başlıyoruz sorularımızı sormaya.

Bu albüm tamamen 10. yıl için mi?
Geçen seneden beri aklımdaydı. 10’uncu senemi kutlayacağım zamanı bekliyordum. Hiç kendimi 10’uncu senesinin kutlayan sanatçı olarak görmemiştim; bu yüzden heyecanlanıyordum. 10’uncu yılımı kutlamam için bir şey yapmam gerekiyordu. Hem  Türkiye’deki popüler müzik nereden nereye geldi, hem ben nereden nereye geldim hem de Türkçe de oluyor bu işi göstermek için aslında. Benim için çok önemli bir albüm olacak.
Cover olacak mı?
Kendimi coverlayacağım. 2004’teki Son Sigaram adlı parçayı.

2004’ten sonra ayrı bir tarz yarattınız. Örneğin gözlüğünüz. Bu tarzı yaratırken nelere dikkat ettiniz?
Orijinal olmaya çalışmak diye bir şey olamaz. Ben ne seviyorsam onu yapıyorum. İnşallah başkaları da seviyordur diye yapıyorum.  Yani enteresan olmaya çalıştığınız zaman o belli olur. Ya öylesindir ya değilsindir. İlk 2004’teki albümde ben değildim yapımcı. O nedenle benim elimde olmayan binlerce değişken vardı.  2004’ten sonraki Bedük döneminde bütün değişkenler benim elimde.  Böyle olunca da bana özgü bir şey çıktı. Çıkması da orjinallik oluyor.

Ülkemizde orijinal sınıfına girecek kişiler ya da işler neden az?
Popüler kütür 4-5 kişinin elinde yürüyor. Belli aranjörler, belli yapımcılar, belli söz yazarları olduğu zaman aşağı yukarı benzer şeyler ortaya çıkıyor.  Bu da orjinalliği azaltıyor aslında. Ben her şeyi yaptığım için bana özgü bir şey çıkıyor. Gözlük meselesine gelince de o benim için bir kadının küpe takması gibi bir şey.  Kendimi o şekilde daha çok beğeniyorum.


Klipler de orijinal oluyor. Fikirler sizden mi çıkıyor?
Yönetmenlerle ortak yapıyoruz. Her şeyi kendim yapıyorum ama başkasıyla bir iş yapacaksam onun profesyonelinden yararlanmak istiyorum. Örneğin ben seninle fotoğraf çekimi yapmak istiyorsam senin profesyonel olmadan dolayı seni seçiyorum.  O nedenle onun işine hiç karışmak istemiyorum. Fikri ortak oluyor. Çünkü ben şarkımı binlerce kez dinliyorum. Nerede ne demek istediğimi biliyorum, ne anlatmak istediğimi biliyorum, şarkının bütün detaylarını biliyorum. Ben bir de Grafik-Tasarım mezunuyum, gözüme görüntüler geliyor her an.  O görüntüler ister istemez bir şey oluşturuyor kafamda onu da çalışacağım yönetmenle paylaşıyorum. 

İşinizi yaparken ekonomik kaygı güdüyor musun?
Albümü ekonomik kaygıyla hazırlarsan, domates patates satmaya döner o iş. Ama albümü hazırladıktan sonra bunu nasıl pazarlarımı düşünürsen doğru bir iş yapmış olursun. Çünkü kendi plak şirketim kendimim, kendi aranjörüm kendimim, kendi yapımcımım.  Böyle olduğu zaman yapımcı olarak da düşünmek zorundasın. Ama ne güzel ki kendim olduğum için yapımcım kavga etmiyoruz içimizde


Magazinde fazla yer almıyorsunuz. Dikkat ettiğiniz noktalar var mı?
Hiçbir şeye dikkat etmiyorum, o bir seçim magazinsel olmak ya da olmamak. İstesem şimdi de magazinsel olurum. Sen ne sunarsan onu alır insanlar. Sen normal hayatını yaşayıp, müziğini yaptığın zaman bu doğrultuda gidiyor.
Türkiye’de işini yaparken kısıtlama veya baskı hissediyor musun?
Türkiye’de sadece ben değil yaratıcı işler yapan herkes bir baskı hissediyordur. Maalesef yaratıcı işler çok açık bir toplum değiliz. Ama yeniliklere de meraklı bir toplumuz aslında. Böyle olduğu zaman da ikisi birbirini tamamlıyor. Doğduğun, büyüdüğün, yaşadığın yeri  doğal olarak kanınla, canınla seviyorsun. O nedenle de insanlara güzel şeyler vermek istiyorsun.
Elektronik müzikte dünyada takip ettiğiniz kişiler var mı?
Ben hiç kimseyi takip etmem.  Şarkıları bilirim, dünyada mesele nereye doğru gidiyor diye bilirim ama şu şarkı şununmuş bu şarkı bununmuş diye irdelemem. Direkt içeriğe bakarım. Ben daha çok yapmak üzerine kurulu olduğum için dinlemek yerine yapıyorum. Son dönemde bütün dünya elektronik müzikten dönüyor sonuçta, tüm dünyanın popu şu anda elektronik müzik.  O da insanı gaza getiriyor tabii ki.
İlham aldığınız kişiler de mi yok?
Ben kimseden ilham almıyorum. Neden birinden ilham alayım ki onlar benden ilham alsınlar. Elektronik müzik Türkiye’de ‘Cıp-Tıs’ diye biliniyor.  Ama bu değil.


Yaptığınız müziği tanımlayabilir misiniz?
Benim müziğimi yaptığım işi anlamanız için konserime gelmeniz gerekiyor. Konserime gelmeden beni anlayamazsınız. ABD’de bile başıma bu geldi. Adamlar konserime geldikten sonra “Şimdi anladık seni” dediler. Büyük laflar etmeye sevmiyorum. Ben sadece sevdiğim müziği yapıyorum.