8 Kasım 2013 Cuma

Yönetici olmak!..


Patron vergi kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle tutuklanıyor. Gazetede kazan kaynıyor herkeste panik…  Ama yönetim kadrosu sakin olmaya çalışıyor, durumu idare etmek için ellerinden geleni yapıyorlar…
 Bir süre sonra tabii faturalar ödenmez hale geliyor. Tehditler başlıyor, yılmıyorlar. Ellerinde silahlarla 10 adam gazeteyi basıyor. Genel müdürün odasına giriyorlar, doğrultuyorlar silahı…
Muhasebe müdürünü çağırın, kasada ne kadar varsa istiyoruz diyorlar. Genel müdür sakin kalmaya gayret ediyor, patronumun haberi olmadan tek kuruş vermem diyor. Günümüzün tabiriyle “Gidere gider” yapıyor… Eli silahlı adamlar parayı alamıyorlar ama genel müdürü kaçırıyorlar… Karısı da o gün doğuma girmiş; tesadüfe bakın… Oğlunun doğumunda eşinin yanında olamıyor genel müdür…
Patronla temasa geçiliyor gerekli para ayarlanıyor, müdürü ‘bırakıyorlar’…
Bir hafta sonra patron gazeteyi kapatma kararı alıyor ama çalışanların 3 maaşı içeride bu arada…
Patronun oğlu genel müdürü arıyor, sana ve yayın yönetmenine tazminatını vereceğiz elimizden gelen bu kadar diyor…
İkisi de paralarını alıyorlar… Tüm çalışanları toplayıp, patrondan aldıkları son parayı ve tazminatları muhabirlere, editörlere dağıtıyorlar…
Bu olayın üzerinden tam 20 yıl geçti, bazı yöneticilerin de içi geçti. Artık duymuyorlar, görmüyorlar, acımıyorlar, hissetmiyorlar.... Ağırlıklarını koymuyorlar, çalışanlarını düşünmüyorlar; kimin umrunda… İşlerini yapsınlar; ne gerek var gelen kredi kartı borcunu, kirasını, telefon faturasını düşünmeye… Onlar güç bela bir şekilde yaşarlar nasıl olsa…


6 Ekim 2013 Pazar

Müzikalciler: ''Notre-Dame de Paris''

       Dedem ben dört yaşındayken Finlandiya'dan bir oyuncak getirmiş bana. Ben hatırlamam tabii getirdiği zamanı. Büyürken hep yanımdaydı aileden biri gibi, yıllar geçtikçe çok yakın dost olduk. Çok iyi baktım ona. Aslında göze güzel görünmeyen, turuncu saçlı, garip biçimli bir adam bu. Bir peluş oyuncak. Şimdi onu hiç tanımıyor olsam, bir çocuğa hediye olarak seçmeyeceğim türden bir şey. Beni hiçbir zaman rahatsız etmedi ama garip görüntüsü, aksine sevimli bulurum onu. İsmi Quasimodo'ymuş. Bir hikayesi varmış aslında benim bilmediğim. Yıllar sonra babam çocuklar için yazılmış bir öykü kitabını almıştı bana. O zaman öğrendim çirkinlik benim tatlı Quasimodo'mun kaderinde varmış.



Lisede bir  ''Dil ve Anlatım'' dersinde hocamız konferans salonuna indirdi bizi, bir müzikal izleteceğinden bahsetti. O zaman aşina değildim müzikallere, daha önce hiç izlememiştim belki de. Salona geldik, hocamız açtı bir sahneyi. Tamamını izletmeye kalksa kimsenin izlemeyeceğini bildiği için muhtemelen en başından başlayamadık. Ben sonradan tamamını izleyince fark ettim; en çarpıcı sahneymiş meğerse. Bir tanesi oldukça garip görünüşlü, biri yaşlı, biri de genç ve yakışıklı bir adam, uzun saçlı ve güzel bir kadın için şarkı söylüyorlardı. Üçü de ona aşıktı. O an, ilk defa o sahneyi izlerken hangisine daha çok dikkat edebildim şimdi hatırlayamıyorum; o büyülü müziğe mi, yoksa garip görünüşlü adamın ilk başta korkutan ama sonradan etkisi altına alan sesi mi, sahnenin görkemi mi, Fransızcayla bütünleştiğinde şiir etkisi yaratan sözler mi? İlk izlediğimde fark edemediğim pek çok ayrıntı vardı muhakkak o sahneyle ilgili ama bir şeyler kesinlikle vardı beni etkisi altına alan, garip bir ağlama hissi uyandıran bir şeyler...



Bu müzikal Victor Hugo'nun eserinden uyarlanan Notre-Dame de Paris'ti. 18 Eylül 1998'de ilk defa Paris'te sergilenen müzikalin sözleri Luc Plamondon tarafından yazılmış, besteleri Richard Cocciante tarafından yapılmış. Çağımızın iki büyük dahisi diyorum ben onlara. Kendileri sanatla kutsanmış, müzikalin benim gibi yıllardır esiri olmaktan kurtulamayanları da sanatlarıyla lanetlemiş  iki yetenek. İsveçli usta yönetmen Ingmar Bergman'ın ''Till Gladje'' filminde geçen bir replik aklıma geliyor: ''Sana gerçek sanatın sırrını söyleyeyim, o mutsuzken yaratılan bir şeydir.'' Eğer bu doğruysa bu iki sanatçının neler yaşadıklarını ayrıca merak ediyorum.

Şimdi müzikalin kahramanlarına gelecek olursak;


O tuhaf saçlı adam benim Quasimodo'mdu. Şimdi bu yazıyı yazarken karşımda bana hala gülerek bakan dostum orada zincirlere bağlanmış bir vaziyette büyük aşkı Esmeralda için  ''Belle'' isimli şarkıyı söylüyordu. Notre-Dame de Paris'in bir müzikale uyarlandığını ilk defa o zaman öğrendim. İlk kez başka birinin gözünden Quasimodo'yu gördüm. 

Sonradan tanıdım onu canlandıran ismi; Kanadalı şarkıcı Garou. Romanda vahşi bir asaleti temsil ettiği söylenen, çok çirkin olduğu için ailesi tarafından sokağa atılan Quasimodo'yu canlandıran şarkıcı hırçın bir sese sahip. Bir o kadar da duygusal. Acıyı sesiyle somutlaştırmış. Karşılıksız bir şekilde Esmeralda'ya aşık olan Quasimodo'nun bedeninden daha çok yıpranmış olan ruhu, Garou'nun sesinde yeniden canlanmış. Yalnız ne sırtındaki kambur ne de suratındaki makyaj Gorou'yu çirkin göstermeye yetmiş. Normalde zaten yakışıklı bir adam olan Garou bu haliyle bir de karizmatik olmayı başarmış, aslında romanda oldukça çirkin tasvir edilen Quasimodo'yu canlandırırken. Yani benim Quasimodo'm ne yaparsa yapsın çirkin olamıyor işte. Üzgünüm Hugo!


     Yıllar önce ailesi tarafından sokağa atılan 
Quasimodo'yu alıp zangoç olarak yetiştiren ve Esmeralda'ya aşık olduğu için kendisini bir türlü affedemeyen rahip Frollo'yu canlandıran muhteşem sesli Daniel Lavoie. Canlandırdığı sert ve tavizsiz karakteri gibi güçlü ve kudretli bir sese sahip.  Ortalığı inletir cinsten. İçine düşen aşkın yarattığı çelişkinin kurbanı olmuş, güçlü duran ama aslında zayıf bir adam. Yaşadığı bu çelişkiyi yüzünde, bakışlarında, ellerinde somutlaştırmış. İzlerken dikkat edin, Frollo şarkı söylerken ellerini nereye koyacağını bilemez gibidir. Dogmatizmi temsilen, makyajla sertleştirilmiş yüz hatlarının arkasındaki iradesizliği çok iyi yansıtır.

Esmeralda'yı kendine aşık eden, müzikalde de geçtiği üzere ''Güneş gibi yakışıklı'' olan asker Phoebus'u canlandıran Patrick Fiori'ye yıllardır aşığım sanırım, müzikalin tüm diğer hayranları gibi. Aslında çok yakışıklı bir adam olarak tasvir edilen bir karakteri canlandıran Patrick Fiori ilk bakışta öyle yürekler yakan cinsten bir adam da değildir oysa. Esmeralda'nın aşkından etkilendik sanırım biz izleyenler. Müzikalin oyuncu kadrosunun katıldığı bir programda rastlamıştım, aslında sarışın olan Phoebus için siyah saçlı Fiori'yi, yine sarışın, zayıf ve ufak tefek bir kız olan nişanlısı Fleur-de-lys için de o zaman hafif balık etli olan Julie Zenatti'yi niye seçtiklerini sormuşlardı. ''Sesimiz için muhtemelen.'' demişti Zenatti. O kadar haklı ki. İki kadın arasında kalmış Phoebus'e hayat veren Fiori'nin yumuşak ve lirik olarak nitelendirebileceğim sesinin, ızdarıbını haykırdığı ''Dechire'' adlı şarkısını söylerken gittikçe huzursuzlaşması, resmen ikiye bölünmesi şaşkınlık uyandırıcı.



Bir insan, bir sese benzer mi? Bunun bu müzikalle mümkün olabileceğine inandım. Bu oyuncuların her birinin canlandırdığı karakter, sesleriyle ortak özelliklere sahip. Çocukluğundan beri eksikliğini duyduğu sevginin özlemiyle yaşayan, güzeller güzeli Esmeralda'yı canlandıran Helene Segara'nın kırılgan sesi, hayatında Phoebus'tan başka bir erkeği gözü görmemiş genç ve saf Fleur-de-lys'i canlandıran Julie Zenatti'nin, müzikalin beni en çok etkileyen ''La Monture'' adlı şarkısını söylerken, aşkının elinden alınmasıyla insan doğasının en acımasız duygularından biri olan hırsı notalarla ete kemiğe büründüren sesi, hayatta azınlık ve dışlanmış olarak yaşamanın insanı iki kat daha acımasız, daha temkinli yapmaya zorladığını gösteren, evi sokaklar olan Clopin'i canlandıran Luck Mervil'in amiyane tabirle ''Yırtık'' sesi, ve son olarak müzikalin ders verir nitelikte açılışını yapan, Paris sokaklarının ozanı Gringoire'yi canlandıran Bruno Pelletier'in dünyayı sarıp sarmalayacak büyüklükteki sesi...



Müzikalin içeriği öyle dolu ki, abartılı ve ihtişamlı dekorlara hiç gerek yok. Sözlerle ve hikayenin gidişiyle uyumlu ilerleyen ve yerinde kullanılmış belli başlı ögeler var. Dansçılar yine müzikle sonsuz uyumlu. Makyaj yukarıda bazı kısımlarda da belirttiğim gibi karakterlerin özelliklerini fiziksel olarak destekleyecek nitelikte kullanılmış. Göze fazla gelecek, rahatsız edecek hiçbir şey yok. Her şey çok sade ve bir o kadar güzel.

Elimde olsa herkese bu müzikali bir defa olsa izleyin, dinleyin, bunu bir defa yaşayın diye yalvarırdım. O gün sınıfta sadece bir parçasını izlediğim bu eseri sonradan hocamdan tamamını alarak kaç defa izledim artık hesabını tutamıyorum. Üzülerek, mutlu olarak, kızarak, şaşırarak, tüm duyguları birbirine karıştırarak ama en çok da ağlayarak izledim her seferinde. Siz düşünün artık insanı ne hallere soktuğunu. Hayatımın her köşesine sıkıştırdım beş senedir, her anımda bir yeri var bu şarkıların, daha da olacaktır umarım...



Bu yazıyı şimdi yazmak istedim çünkü bir haber duymuştum geçenlerde müzikal İstanbul'a geliyor diye, kesin bir bilgi değildi ama. Sonra, Uludağ Üniversitesi'nde okuyan arkadaşım Simge yazmış geçen gün: ''Müzikal geliyor, Nisan'da İstanbul'dayım!'' diye. Kalp atışım kaça yükseldi o an bilmiyorum. Diğer arkadaşlarımıza da haber saldık gitmemiz lazım diye. Yanında ağlayacak insanlara ihtiyacım olacak çünkü. Çok isterdim yukarıda bahsettiğim orjinal kadrosuyla ve orjinal dilinde gelsin. Varımı yoğumu hatta çok sevdiğim bilgisayarım Bynie'yi satar bir bilet alırdım herhalde! Fransızca bilmediğim halde bu müzikali dinlerken sanki anadilimmiş gibi hissediyorum. Ezberledim artık yıllardır. Zamanında esas kadrosundan izleyen insanları herkesten çok kıskanıyorum. Olsun ama, yeter ki adı Notre-Dame de Paris olsun... 

Toplamda on beş gösterimi olacak olan müzikalin ilk gösterimi, 23 Nisan 2014 Çarşamba günü Zorlu Center PSM'de gerçekleşecek. Umarım müzikal seven ve fırsatı olan herkes orada olabilir...



Bu da benim Quasimodo'm...





4 Ekim 2013 Cuma

Ben Arda sağ bekten dönme Arda


Florya Metin Oktay Tesisleri’ne, 2000 sonbaharında adımımı atarken benim tek hayalim Hagi’ye, Jardel’e veya Emre Belözoğlu’na rastlamak, onlarla bir karede yer almaktı;  eniştemin amacı ise yıldız takımda (12-14 yaş grubu) oynayan kuzenimin antrenmanını izlemekti.

TANIŞMA
Tesisin kafeteryasında antrenman saati beklenirken, ben duvarlardaki fotoğraflarda kaybolmuş, 70’li yılların yıldızlarını hafızama atıyor, yarısı toprak yarısı çim sahalarda golleri sıralıyordum… “Baba bak seni Arda’yla tanıştırayım” sesiyle rüyadan uyandım ve koşa koşa eniştemle kuzenimin yanına gittim. “-Baba bizim takımdan Arda. –Merhaba amca” diyaloğundan sonra Arda ile kuzenim antrenman sahasına doğru yol alırken, eniştem de Arda’yı işaret ederek, “Geçen idman izlemiştim çok iyi topçu” yorumunu yaptı. O takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonu oldu. 2002 Ağustos’unda kuzenim Galatasaray’dan ayrıldı, doğal olarak benim de Florya’yla ilişiğim kesildi; ama Mülayim, Cafercan, Ferhat, Uğur ve Arda isimlerini Florya’da bırakmamış, aklımda eve getirmiştim.

ARDA SARIYER’E KARŞI
2003-04 sezonunda kuzenim Sarıyer’in ‘Süper Genç’ (16-18 yaş grubu) takımında top koşturuyordu. Tüm profesyonel kulüpler arasında kura çekilerek, bölgelere göre takımlar kategorize edilirdi. Yani Sarıyer’in Süper Genç Takımı'yla Galatasaray’ın Süper Genç Takımı aynı grupta yer alabilirdi. Öyle de oldu. Büyük gün geldi çattı, Sarıyer ile Galatasaray 6 Aralık 2003’te (O gün Galatasaray A Takımı, İstanbulspor’a 3-1 mağlup olmuştu) Engin Keçeli Tesisleri’nde karşı karşıya geldi. Arda, beyaz boğazlı kazağı çekmişti altına. seremonide en arkada duruyordu, kuzenim de en arkadaydı. Arda kafasını çevirir çevirmez “Aaa Emrah ne haber ya” diye sarıldı kuzenime. (Gözümün önünden gitmez) Maç başladı ama Arda maçta değildi sanki. G.Saray’ın yedekleri de aralarında, “Çocuğu PAF’a çıkarttılar, bitirdiler baksana yürüyecek hali yok” şeklinde muhabbet çeviriyorlardı. Sağ açıkta görev yapan Arda, ikinci yarıda döktürmeye başladı 2 asist yaptı ve G.Saray maçı kazandı.
LANET SAKATLIK
Yıllar akmaya devam ediyordu…  Arda’nın Manisa’ya kiralık gönderildiğini öğrendim, başladım takibe. Şimdinin büyük starının Manisa’da sağ bekte oynaması o zaman da garibime gitmişti. Arda, Manisa’da iyi iş çıkardı ve yuvaya döndü; gerisini biliyorsunuz zaten!..
G.Saray’da kaptanlık mertebesine çok çabuk ulaşan, 2008’de kendini dünyaya tanıtan Arda’nın, belki de en kötü günleri 2010-2011 sezonunda geçmişti. Lanet osteitis pubis sakatlığı bir yana, basında çıkan iğrenç haberler genç yıldızı, psikolojik olarak çok yıpratmıştı. O dönem tekrar yollarımız kesişti Arda Turan’la. Masör Aytekin’in peşinden ayrılmıyordum daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi; Aytek nereye ben oraya…
İKİNCİ TANIŞMA
Arda da lanet sakatlıktan tamamen kurtulmak için Aytekin’in kapısını çalmıştı. İlk seansı kaçırdım ama ikinci seansta bu mümkün değildi. İstikamet Swissotel’di; Milli Takım kampı. Avusturya maçı öncesi, Okan Buruk’la, Almanya ve Belçika takımlarının değerlendirmesini yaparken, kapı çalındı; Arda Turan girdi odaya. Merhabalaştıktan sonra ben Okan Buruk’la muhabbetime kaldığım yerden devam etti. Tabii bu Arda’nın dikkatini çekti, “Kardeşim sen de futbolcu musun; konuşmaların futbolcu gibi sanki” dedi. Ben de Arda’ya yukarıda anlattıklarımı aynen aktardım. Kuzenimi sordu ve “çok iyi topçudur” yorumunu yaptı. Sonra fotoğraf çektirdik, Arda ertesi gün Avusturya’yı boş geçmedi, güzel bir gol attı.

BÜYÜK FİNAL
Bu karşılaşmadan bir ay sonra bu kez buluşma yeri Arda’nın eviydi. Kardeşi Okan ve Gökhan Şükür’ün de katılımıyla daha sıcak bir sohbet ortamı oluştu. Tedavi sonrası play station turnuvasında espriler havada uçuyordu. Arda her golünden sonra Muhteşem Yüzyıl’ın unutulmaz repliklerinden “Ben İbrahim, Pargalı İbrahim”i tekrarlıyordu. Turnuvanın şampiyonu olduktan sonra ise kurduğu, “Ben Arda, sağ bekten dönme Arda. Orta sahada deli gibi çalışan, rakiplerin korkulu rüyası Arda” cümlesi gerçekten müthiş bir final olmuştu.
Evet Arda . Şimdi tüm dünyanın tanıdığı, benim çocukluk kahramanlarımdan, G.Saraylılar’ın ve Atletico Madrid taraftarının sevgilisi Arda… Bizleri gururlandırmaya devam edeceğinden eminim. Her şey gönlünce olsun büyük kaptan…


*Merak edenler için kuzenimin ismi Emrah Şahinçiftçi. Şu an TFF 2. Lig'de Ofspor forması giyiyor. 


3 Ekim 2013 Perşembe

Uzaylı Köpek Limonçik

        Sokakta bir gün başıboş gezerken, bu soğuk haftanın da etkisiyle yağmurlu bir hava olduğunu varsayıyorum, belki de tam ısınacak küçük bir köşe bulup sığındığı sırada birileri gelip onu buluyor. Zavallıcık belki de sokaktan daha sıcak bir yere gittiği için mutlu bile olmuştur ama bir gün bir Sovyet uzay aracının içinde aşırı ısınmadan dolayı öleceğini bilse hayatının sonuna kadar üşümeyi tercih ederdi muhtemelen...

Bahsettiğim talihsiz arkadaş, Dünya yörüngesine çıkan ilk canlı olan küçük sevimli köpek, herkesin bildiği adıyla Layka... Aslında Kudryavka, Juçka, Muttnik, Curly gibi bir sürü isim verilmiş ona ama ben en sevimli olanı tercih ediyorum. Limonçik; yani küçük limon...



Geçen akşam nedense birdenbire merak ettim bu uzaya iniş-çıkış meselelerini başladım Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışını araştırmaya. Yok Alman füzesi, İngilizler, Amerikalı bilim adamları derken Sovyetlerin uzaya yolladığı Sputnik 2 aracının içindeki Limonçik o kadar dikkatimi çekti ki devam edemedim daha fazla konu hakkında araştırma yapmaya. Onda takıldım kaldım...


       İlk defa içinde canlı olan bir uzay aracını yörüngeye çıkarmanın sonucunda neler olabileceğini saptamak için bir köpek seçmeye karar vermiş Sovyetler. Hava koşullarına ve açlığa daha metanetli olduklarını varsaydıkları için de bunun bir sokak köpeği olmasına karar vermişler. Sokaktan seçilecek olan herhangi bir köpek... Üç yaşındaki Limonçik ile birlikte iki köpek daha seçilmiş sokaktan; Albina ve Muşka. İçlerinden hangisinin Uzay'a yollanmaya daha uygun olduğuna karar verebilmek için bazı testlere tabii tutulmuşlar. Muhtemelen pek lüks yaşam şartlarına sahip olmasalar da eskiden sokakların tamamına sahip olan bu üç köpeği, Sputnik 2 isimli uzay aracının içine yerleştirilecekleri küçük bölmeye alışabilsinler diye her gün gittikçe daralan kafeslerde tutmaya başlamışlar. Kafeslerin boyutu küçüldükçe köpeklerin huzursuzlukları büyümüş, boşaltım yapmayı durdurmuşlar. Roket kalkışını tecrübe edebilsinler diye uzay aracına benzer bir araca yerleştirilmişler, kalkış sırasında çıkacak sesleri dinlemişler bu esnada nabızları normalin iki katına çıkmış ve kan basınçları yükselmiş. Tüm bu testlerin ardından en dayanıklı köpek olarak Limonçik seçilmiş. Aslında herkesin evi olan sokaklardan alınıp daha önce hiç kimsenin gitmediği simsiyah bir yere tek başına yollanmak üzere seçilmiş...


Uçuş için oksijen zehirlenmesini önleyecek bir yaşam destek ünitesi, sıcaklığın yükselmesi durumunda serinliği sağlayacak bir vantilatör ve yedi gün yetecek kadar yiyecek araca yerleştirilmiş. Yani Limonçik'in Dünya'dan canlı bir şekilde ayrılması için gerekli tüm hazırlıklar tamamlanmış da, peki ya sonrası? Sonrası tabii insanlık adına büyük bir hizmet olan bu projenin faydaları adına bilerek ve isteyerek atlanmış. Canlı bir şekilde evinden ayrılan Limonçik'in nasıl aynı şekilde geri döneceği kimse tarafından hesaba katılmamış. Hatta bir bilim adamı uçuştan önce onu alıp evine götürmüş ve çocuklarıyla oynamasına izin vermiş. ''Onun için güzel bir şey yapmak istedim, yaşayacak çok az zamanı kalmıştı.'' demiş. Aman ne duyarlı! Tüm hazırlıkların ardından uçuş gerçekleştikten 7 saat sonra da araçtan gelen bir yaşam belirtisi kalmamış. Aylar sonra Sputnik 2, Dünya'ya düşüp parçalanmış...

Bir dersimizde Metin Erksan'ın ''Susuz Yaz'' filmini izlerken sahnenin birinde elinde ölü bir köpekle çıkagelen Erol Taş'ı görünce sınıfça irkilmiştik, hatırlıyorum. Hocamız da: '' Üzücü bir durum tabii ama üzerinden yıllar geçtiğini bildiğim için beni o kadar etkilemedi herhalde, yeni çekilmiş bir film olsa daha çok üzülürdüm.'' demişti şakayla karışık. Beni ise eski filmler hep daha çok etkiler...

Konuşamıyor olmak seçim sahibi olamamak demek oluyor bizim yaşadığımız uzayda malesef. Her gün hayvanların sokaklarda maruz kaldıkları zulümleri hepimiz biliyoruz ama ya böylesini? Daha önce kimsenin edinmediği bir tecrübeyi edinmek üzere bir sokak köpeğini görevlendirmek. Hem de sonuçlarını düşünmeksizin. Bir yarış uğruna! Amerika mı? Sovyetler mi? Uzay yarışında kim önde olacak? Bir şeyleri elde edebilmek için bazı şeyleri de feda etmek zorunda olduğumuzu farkındayım, dünyanın düzeni böyle ama Limonçik'i taşıyan Sputnik 2 gerçekten insanlık adına bir fayda sağlamak için mi Uzay'a yollandı? Araştıran herkes öğrenebilir ki daha önce yolladıkları Sputnik 1'in zaferini tekrarlamak ve dünyayı yeniden şaşkına çevirmek için Kruşçev'in emri üzerine hızlıca ve alelade bir şekilde tasarlanmış Sputnik 2 aracı. Söz konusu zaferlerinin süsü ve maskotu olarak da bir köpek atıvermişler içine, nasıl olsa sokak köpeği hesabını kimse sormaz!



Her şeye rağmen bu çalışmaların bir parçası haline getirilen canlıların en az zarara uğrayacak biçimde konuya dahil edilmeleri gerekmez mi? Öğrendiğim sözde insanlık adına büyük bir adım olması beklenen bu hikaye büyük bir utanç kaynağından başka bir şey olamaz. İki ülkenin girdiği yarışın elinde olmaksızın kurbanı olan zavallı bir sokak köpeği, insanlığa yapılan hangi hizmetin arkasına sığınarak ölüme terk edilebilir? Burada Limonçik'in dahil edildiği oyun insanlığa hizmet değil bir gövde gösterisi. Nitekim köpeğin Uzay'a gönderilmesinin sorumlularından biri olan Oleg Gazenko'nun yıllar sonra ettiği sözler de bunu kanıtlıyor: ''Bunu yapmamalıydık... Bu görevden köpeğin ölümüne değecek kadar çok şey öğrenmedik...''  Şimdi bile tüylerimi diken diken eden bu olaya yaşandığı zaman halkın ya da basının tepki göstermemesi de ayrıca üzülecek bir durum. Tabii o zaman dikkate değer olan daha önemli bir konu vardı. Amerika mı? Sovyetler Birliği mi? Bunu bilemiyorum ama bence ikisi de değil, Limonçik...

2 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Prensesin Hikayesi

     

        Oyuncu seçimlerindeki tutarsızlıklar silsilesi ilgimi çekmeye tüm hızıyla devam ediyor. Özellikle değer verdiğim isimlerin hayatları beyaz perdeye aktarılırken olaya çok daha hassas bakmaktan kendimi alamıyorum galiba...

Sinemanın her geçen gün teknoloji ile biraz daha iç içe geçmesi ile, ki bu da bana kalırsa sinemanın eşsiz büyüsünün gitgide kaybolmasına paralel bir durum, eski filmleri izlemeye pek çok kişinin deyimi yerindeyse tahammülü olmadığına kulaklarımla şahit oluyorum. Kişisel olarak sinemada beni yeni olandan daha çok heyecanlandıran bir şey varsa, o da eski olandır. Her konuda eski olana daha çok rağbet göstermem benim şahsi hazlarımdan kaynaklanıyor belki de ama, aslında eski film izleme alışkanlığını belli bir uyum sürecini aştıktan sonra herkesin edinebileceğine ve bu büyülü dünyayanın etkisinde kalacağına inanıyorum.

Malum oyunculuk dünyasında yaşlı-genç herkesin hayatında filmleriyle iz bırakmış yaşamlarıyla hepimizi etkilemiş, ne giydiğini, ne yiyip-içtiğini, gerçekte nasıl güldüğünü nasıl ağladığını, nasıl öldüğünü merak ettiğimiz çok insan var. Hepimizin kahramanları var, geçmişte kaldığı halde aslında her zaman var olmaya devam edecek siyah-beyaz kahramanlarımız... Onlardan bir tanesinin hikayesi sonunda beyaz perdeye aktarılıyor; 


Grace Kelly...



Grace Patricia Kelly, 12 Kasım 1929'da Amerika'da doğdu. 1951 yılında ''Fourteen Hours'' filmiyle sinema hayatına başladı, herkesin bildiği gibi sarışın aktris takıntısı olan Hitchcock'un dikkatinden kaçmadı. Onun ''Dial M For Murder'', ''Rear Window'', ''To Catch A Thief'' filmlerinde rol aldı.  ''The Counrty Girl'' filimdeki başarısıyla da her oyuncunun hayali olan oscar ödülünü kazandı. Kariyeri son derece başarılı devam ederken 1956 yılında Monako Prensi III. Rainier ile evlenerek Monako Prensesi Grace Kelly oldu. 1982 yılında da bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Tıpkı Prenses Diana gibi...



      Herkesin beyaz perdeden bir kahramanı vardır dedik ya, Prenses Grace de benim için onlardan bir tanesi. Yıllar önce yaşamış ben henüz ben doğmadan önce ölmüş. Güzelliğinin dillere destanlığını ilk kez babamdan duyduğum, etkisinin bugünlere kadar devam ettiği bir sinema tanrıçası.  Onun filmlerini izleyip de sadeliğinden, doğallığından ve  zarafetinden etkilenmeyen, onun gibi olmak istemeyen bir genç kız yoktur sanırım. Öyle saf bir güzelliği vardır ki sanki asla kötü birisi olamazmış gibi düşünürsünüz, evet onun gibi olmak istersiniz ama asla kıskanmazsınız. Kusursuz bir görüntü çizer adeta ama öyle ulaşılmaz biri de değildir sanki.  Öyle bir oyuncudur ki bakışlarından canlandırdığı karakterin arkasındaki samimiyeti sezebilirsiniz.  

Nicole Kidman oyunculuğunu da kendisi gibi ''soğuk'' bulmama rağmen beğendiğim bir isimdir. Özellikle Kubrick'in 1999 yapımı ''Eyes Wide Shut'' filmindeki oyunculuğu kendisi adına unutulmaz performanslarım arasında. Lakin canlandıracağı kişi Grace Kelly olunca tabii ben birden bire dikkat kesiliyorum ve aklımda malesef bazı şüpheler beliriyor. 

Bazı oyuncular vardır ki yüz yapılarının gereğince antagonist karakterleri canlandırmalarını hep daha uygun bulmuşumdur. Karşıt karakter olmak için fiziksel olarak adeta biçilmiş kaftan gibidirler ki bu bir oyuncu için bence lütuftur. Sanki olup biten her ne varsa her şeye muhalif olmak için yaratılmıştırlardır. Bakışlarına zıtlık işlemiştir. Kevin Bacon bunlardan biridir bana göre mesela. Kadın oyuncular arasında da Nicole Kidman'ı aslında hep bu tarz karakterlere uygun görürüm. Bu demek değil ki bu oyuncular aksi karakterleri kesinlikle canlandıramaz ama bahsettiğim karakterlere bürünmeye bir şekilde daha uygundurlar işte.

Nicole Kidman'ın uzun ve ince yüzü, kısık gözleri genel itibariyle sanki hep bir sinsilik uyandıran bakışları, Grace Kelly'nin geniş çehresi, iri gözleri ve içten bakışları ile bir türlü örtüşmüyor sanki. Henüz filmi izlemeden bu hükmü vermek belki de yanlış fakat fragmandan edindiğim izlenime göre bir türlü Nicole Kidman'ı izliyor olmaktan kendimi alıkoyamayacakmışım gibi geliyor. Nicole Kidman'ı rol yaparken izlerken daha önce de belirttiğim gibi beğenmiyor değilim fakat sanki gerçekte de soğuk bir insanmış izlenimini canlandırdığı karakterin arkasından sezinleyebiliyorum. Grace Kelly ise bunların tam zıttını hissettiren bir oyuncudur. Ailesine olan düşkünlüğü adına ve edindiği ünvana layık olabilmek için gençliğinden beri çok sevdiği sinema aşkını kariyerinin zirvesinde dizginlemiş olan fedakar ve naif bir kadın... 


Bunların yarı sıra acımasızca bir eleştiri olacak belki ama bir oyuncuda fiziksel olarak en çok tahammül edemediğim unsurlardan biri doğal yaşlanma sürecine engel olmak için her şeyleri olan yüzlerine yaptıkları müdahaleler. Malum Nicole Kidman da yaşının ilerlemesiyle bu akıma karşı koyamadı, aslında gayet güzel olan yüzü estetik ve botokstan gözle görülür bir şekilde muzdarip. Bu durum da bana Kelly'nin saflığına bir uygun kaçmıyor gibi geliyor. Belki de onu çok sevmemden dolayı ben fazla hassas düşünüyorum ama durum böyle.

Her şeye rağmen bu tarz projelerin yapılması izleyicileri heyecanlandıran bir durum. Henüz filmi izlemedik ama tüm Grace Kelly hayranları gibi ben de sabırsızlıkla bekliyorum. Umarım bu birbirine zıt durumlar filmi izlerken özellikle Grace Kelly'i tanıyanlar ve filmlerine aşina olanlar için rahatsızlık uyandırmaz. Çünkü onu seven ve hayatında yer etmiş olan herkesin bu projeyi bir an önce izlemek istediğine eminim.

Baktık ki beğenmedik bir kere daha açar ''Rear Window'' izleriz...

25 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Seri Katili Sevebilirim Diyenler İçin...



Evet son bölümü izlemeye başlamadan önce birkaç Fleetwood Mac şarkısı dinledim, bir kahve içtim, kimse sonsuza dek yaşamayacak ki diyerek Six Feet Under'in unutulmaz final sahnesini hatırladım böylece her türlü duruma kendimi hazırladım. Sonuç ne olursa olsun yine de elveda demek zorunda olduğum bir dostum olduğu için bir paket selpak aldım. Şimdi son kez devam etmeye hazırdım...

Dexter...

Ekranların en sevimli seri katili, ölüm meleği. Seni niye bu kadar sevdik?

En başta senaryodan ziyade yola çıkış fikri muhteşem. Bir seri katil ama kuralları olan... Aynı zamanda baba, kardeş, arkadaş... Hem de olabilecek en iyi şekilde. Bu fikrin çevresinde nasıl bir hikaye oluşturursanız oluşturun bir şekilde mutlaka ilgi çeker. Kaldı ki fikrin kendisi bir dizi hikayesi olarak oldukça enteresan iken Dexter'in zekice yazılmış senaryosu, her sezon aynı oranda olmasa da, izleyicide şaşkınlık duygusunun boyutlarını zorlayacak kapasitede.





''Dexter, seri katillerin çocuk sahibi olmamalarının bir sebebi var. Aynı anda hem bir katil hem de baba olamazsın, hiçbir şey öğrenemedin mi?'' 

Sekiz sezon boyunca soğukkanlı bir seri katilin hikayesini anlatıp izleyiciyi ona bağlamak çok kolay olmasa gerek. Dexter Morgan bunu başaran sıradışı karakterlerden bir tanesi. Birbirinden çok zıt iki yaşamı bir arada sürdüren Dexter normal hayatında, esas mesleği ile de ilişkili olarak, cinayet masasında çalışan bir kan analisti. Gerçek hayatını perdeleyen bu sözde yaşamın arkasında bir katil var. Öyle bir katil ki izlerken başına bir şey gelmesin, yakalanmasın diye ekranın başında yaşadığımız stresi ve rahatsızlığı Dexter kurbanlarını kendine has yaratıcı yöntemleriyle en ufak bir acıma hissi duymadan öldürürken yaşamıyoruz. Bunun aksine izleyenlerin, Dexter'i tanımayanların ve aslında ne yapmaya çalıştığını bilmeyenlerin göz ucuyla dahi bakmakta zorlanacakları o malum sahnelerde yaşadıkları rahatlama hissini tahmin edebiliyorum. Bu durum büyük ölçüde Dexter'in adalet sisteminden kaynaklanıyor. Çünkü o anda izlerken Dexter siz oluyorsunuz. Az sonra hayatını almak üzere olduğu kurbanı da kim bilir sizin hayatınızdan kim oluyor?






''Doğduğumdan beri, kendimi bir canavar olarak görmeme rağmen dünyada var olan kötülüğün derinliğiyle her yüzleşmemde hala çok şaşırıyorum.'' 


Bir sinema filmi ya da dizide hikayenin ekseninde döndüğü karakter ile izleyiciyi özdeşleştirebilmek baş kurallardan bir tanesi. Seyirci ekranda kendini görmeli, kendini karakterin yerine koyabilmeli ve karakterin başarısıyla izlerken aslında kendisi de tatmin olmalı. Dexter bir seri katil ve kişinin kendini onun yerine koyabilmesi nasıl mümkün olabilir diye düşünebilirsiniz ama Dexter aslında ister kabul edin ya da etmeyin, hepimizin yapmak istediği şeyi yapıyor. Dexter herkesin kendi içinde oluşturduğu adalet sisteminin somutlaşmış hali belki de. Kötü olanın ve sebepsizce yok edenin yok olmasına hiç kimse üzülmediği gibi Dexter için endişe duyuyor. Yapamayacaklarımızı, içimizde bastırmak zorunda olduklarımızı yaptığı için izleyenler olarak onu bu kadar seviyoruz. 






''İlkel doğmuş canlılarız. Arzuladığımız şeyler için mücadele etme dürtümüz rahime düştüğümüz andan beri vardır. Genlerimizde vardır, ruhumuza kazınmıştır. Kaldırımlar için bakir doğayı feda ettik,  gökdelenler için ise ağaçları... İçgüdülerimizle olan bağımızı kaybettik, kim olduğumuzla da.  Tabiatın güzelliğinden kendimizi mahrum ettik  ama artık kurtulmamız gerek...''


Dex'in iç hesaplaşmaları aslında ilk sezondan son sezona dek dizinin en önemli bölümünü oluşturuyor. İzleyici ile baş başa kaldığı ve izleyiciyi de aslında diğer yandan kendi vicdanı ile karşı karşıya getirdiği bu sahnelerde kendisini sorgulaması, herkese çok tanıdık birisini hatırlatıyor. Dexter'in iç sesine yazılan kusursuz diyalogların kendi düşünceleri arasındaki  zıtlaşmayı kimi zaman sevimli bir mizah yoluyla ortaya koyması dizinin en başarılı yönlerinden birisi. ''Ben olsam ne yapardım?'' sorusunu aklımızdan çıkaramadan izlediğimiz her macerasında Dexter'in yapmaya cesaret edemeyeceklerimizi yapması onu herkesin kahramanı yapıyor.




''Tick tick tick... Bu tükenmekte olan hayatının sesi.''


Dizinin izleyiciye sunduğu iki hayat aslında iki farklı dünyayı dengeliyor. Olur da karanlık dünyası sizi çok sıkarsa, bir anda etrafında oluşturduğu günlük düzenin parçaları bambaşka bir Dexter sunuyor. Siz de bu iki dünya arasında yolculuk yapıyorsunuz. Birçok dizide bir takım boşlukları doldurması niyetiyle hikayeyi desteklemeyen yan karakterler görürüz. Dexter'da bunun aksine karakterler son derece başarılı. Her birinin dizinin geneline hizmet eden işlevleri var. Giren çoğu karakterin etkisi kalıcı oluyor. İzlemekten hiç kimsenin pişman olmayacağı dizilerden biri Dexter. 




''Onlara bakınca öylesine kolay görünüyor ki... Başka bir insanla bağ kurmak. Sanki kimse onlara bunun dünyadaki en zor şey olduğunu söylememiş.



Bu arada şimdiye kadar izlediğim diziler arasında jeneriğine en çok bağlandığım dizi olduğunu da belirtmeliyim. Aslında her şeye çok yakından ve dikkatle bakıldığı zaman, günlük  hayatın çok küçük parçalarına bile, her işin doğasında şiddet olduğunu anımsatan, dizinin genel temasına hiçbir dizide görmediğim kadar hizmet eden bir jenerik. Müzik de bir o kadar harika.

Artık son bölüm de bitti. Sonuç ne olursa olsun selpakların işe yarayacağını biliyordum. Hepimiz farkındayız ki herkesi memnun etmek zor. Neredeyse imkansız bir hikayeyi izledik sekiz sezon boyunca, imkansız bir son beklemek de işi biraz abartmak olur. Çoğu kişi finallerin tahmin edilemez bir şekilde gelişmesini bekliyor, bu doğru değil. İzlediğiniz iş sizi belli bir duygusal yoğunluğa ulaştırdıktan sonra artık bazı teferruatlar çok da önemsenmez oluyor. Sekiz sezon da bu duygusallığa erişmek için yeterli bür süre. Dizinin finaliyle ilgili beni rahatsız eden bir sonuç oluşmadı, Michael C. Hall ve diğer herkes her zamanki gibi muhteşemdi... Ayrıca ilerleyen süreç için farklı bir isimle devam niteliğinde yeni bir proje ya da sinema filmi için beni umutlandırdı. Bu hikaye nereden devam ederse etsin ben peşinden gitmeye her zaman hazır olurum...

Dizi bittikten sonra bir müddet olduğum yerde kaldım, sonra odadan çıktım, içeriden Dex'in sesi geliyordu. Herhalde delirmeye başladım diye düşünecektim ki meğerse annem son sezonu daha yeni izlemeye başlamış. Ne kadar şanslı... Peki ya siz hiç izlemeyenler? 


Bu arada finali izlemeden önce dinlediğim Fleetwood Mac - Dreams şarkısının sözlerinden bir kısım; ne tutturmuşum ama!


Yalnızlığının sesini dikkatlice dinle
Bir kalp atışı gibi; 
seni delirtiyor.
Neye sahip olduğunu 
Ve
Ne kaybettiğini
Sessizlikte anımsıyorsun...

23 Eylül 2013 Pazartesi

"Deniz'in derinliği"

Çoğu insan en fazla 2 gazete alıp giderken, benim 10 gazete sayıp ve kasadaki ablanın “Ne yapıyorsun bu kadar gazeteyi” isyanıyla başladığım günlerden biriydi geride kalan ‘Pazar’. Eve gelip hafta sonu eklerini ayırdıktan sonra başladım okumaya; ancak bir sayfada daha doğrusu bir fotoğrafta takılı kaldım yarım saat.

Sevgili Uygar Taylan’ın objektifinden çıkan Deniz Akkaya fotoğrafı gerçekten büyüleyiciydi; ‘derin bakışlar’ın, ‘derin yırtmaçtan’ ve ‘derin göğüs dekoltesi’nden çok daha vurucu olduğunun bir kanıtıydı sanki. Serdar Turgut ya da Ertuğrul Özkök'e bir danışmak gerekir tabii...


Bir de Tuba Büyüküstün gerçeği var.

22 Eylül 2013 Pazar

Yakın Tarih, Uzak Sanat

                                   
Gerçekte yaşamış insanların hayatlarının anlatıldığı dizi ya da filmler söz konusu olduğunda, bilhassa tarihi açıdan önem teşkil eden kişiler ise, karakteri canlandıran oyuncunun fiziksel açıdan role ne derece uyumlu olduğu kaçınılmaz olarak herkes tarafından en çok tartışılan konu oluverir. Şu anda ''Ben Onu Çok Sevdim'' dizisinde Adnan Menderes'i canlandıran Mehmet Aslantuğ  gibi...



Oysa ki fiziksel benzerlikten ziyade canlandırdığı kişiliği kendine has kılan tavırlarını, davranışlarını, yüz ifadelerini, olaylar karşısında verdiği duygusal tepkilerini oyuncunun ne derecede özümsediği şahsi fikrimce elbette daha çok önemsenmesi gereken bir durum. Filmi izlerken en başta oyuncunun  gerçek kimliğinin ağırlığı ne kadar olursa olsun onu tamamen akıllardan çıkarabilmek gerekir. Bunu kaç defa yaşadım sayısını hatırlamıyorum ama ''Bugün de bir Robert De Niro filmi izleyeyim.'' deyip bir filmini açtığımda, De Niro'nun filmini izliyor olduğumu film esnasında bir defa bile hatırlamıyorum. Kimin hikayesini anlatıyor olursa olsun ona öylesine inanıyorum ki milyonlarca kişi gibi yüzüne hayran olduğum o adam 2-3 saatliğine tamamen başkası olup çıkıyor.  İşte bunu sağlayan unsurların tamamen fiziksel benzerlikten kaynaklanması zaten mümkün değil. Evet, bunun için en başta çok iyi bir oyuncu olmak lazım gelir. Fakat bu demek değil ki hali hazırda zaten rolüme çalıştım, canlandıracağım karakteri neredeyse ezberledim, artık neye nasıl tepki vereceğini bile en az onun kadar iyi biliyorum, inandırıcı bir oyunum var öyleyse görünüşünü benzetmek için çok çaba harcamaya gerek yok, olabildiği kadar olsun. Hayır... olabildiğinden daha da ileriye gitmeli. Ne anlatıyor olursanız olun sinemanın görsel bir sanat olduğu gerçeğini aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. Zaten bunun aksi sinema sanatının doğasına aykırı. Gerçekte yaşamış bir insanın hikayesini anlatmak için eğer ki sinema gibi görsel bir sanat tercih edilmiş ise o zaman bunun doğasına uygun olarak kişilerin görsel hazzına hizmet etmek durumunda, bambaşka bir dünya yaratmak zorundasınız. Kişi bu kadar çok yönlü düşünemeyecek, işin görsel boyutu ile baş edemeyecek durumda ise o zaman sinema ya da dizi-film seçmek yerine edebiyata yönelebilir. Bir film ortaya çıkarmak için sadece içerik malesef her zaman yeterli değildir.  

Dünya çapında ün sahibi kendini herkese kabul ettirmiş oyuncularda dahi bunun akla hayale sığmayan örneklerine rastlıyoruz. Bu insanlar sadece filmlerde rol almakla kalmıyorlar pek çok markanın yüzü olarak reklam filmlerinde kataloglarda yer alarak en az filmlerden kazandıkları kadar çok para kazanıyorlar yani kısacası çoğu için yüzleri ve fizikleri onların her şeyleri. Doğal hali ile bir oyuncu canlandıracağı karakterin zaten belli bir noktaya kadar benzeri olabilir, bundan sonrası oyuncunun ve film ekibinin çabasına kalmıştır. Söz konusu bu filmler için kurulan setler, uygulanan dekorlar, seçilen kostüm ve aksesuarlar işin apayrı bir boyutu zaten.





Monster filminde dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak atfedilen Güney Afrikalı oyuncu Charlize Theron'un,  ilk kadın seri katil olan Aileen Wuornos'u canlandırmak için tanınmaz hale gelmesi... Cast Away filmi için Tom Hanks'in film çekimlerine bilindiği kadarıyla 4-5 ay ara verip kilo vermesi, hatta o süre içerisinde başka bir film dahi çekmesi... Özellikle dünyada kendi yaş grubu içerisinde şahsen en iyi birkaç oyuncudan biri olarak olarak gördüğüm  Christian Bale... Bu adam daha 12 yaşında ufacık bir çocukken Empire of The Sun adlı Steven Spielberg filminde kendini kanıtlamış, büyüdükten sonra çektiği malum herkesin bildiği filmlerinde kendini aşmış bir oyuncu olarak ne zoru var da içinden yeni bir insan çıkaracak kadar kilo alıyor ya da zayıflıyor, her çalışmasında vücudunu biraz daha dejenere ediyor? Mesele tabii ki sadece kilo alıp vermekle de sınırlı değil çok küçük özellikler bile yerli yerinde ve doğru şekilde kullanıldığı zaman kişiyi tamamen farklı birine büründürebilir. Walk The Line filminde Joaquin Phoenix'in efsane müzisyen Johnny Cash gibi görünebilmesi için aşırı bir fiziksel değişim yaşamasına gerek olmadığı gibi bir tek saçını onun gibi taraması, elindeki gitarı onun gibi kavraması onu birden bambaşka biri yaptı. Önemli olan doğru noktayı kavrayabilmekte.



Dizi - film dünyasında yakın tarihi ele almak bana göre her zaman daha hassas bir konudur. Tarih günümüze yaklaştıkça işin zorluk boyutu o derece artar. Adnan Menderes Türkiye'de önemli bir yere sahip, aynı zamanda yakın tarihin içinden bir isim... Dolayısıyla daha çok hafızalarda. Fotoğraflarına, videolarına, ses kayıtlarına ulaşmak hiç zor değil. Kanuni Sultan Süleyman'ı canlandırmak ile Adnan Menderes'i canlandırmak birbirinden çok farklı. Çünkü Menderes'i canlandıran oyuncuyu bizzat Menderes'in kendisi ile kıyaslayabiliriz. Yakın zamanda hayatını kaybeden Steve Jobs'u canlandıran Ashton Kutcher'in performansı çok ağır eleştirilere maruz kaldı. Steve Jobs herkesin o kadar aklında, hafızalarda o kadar taze ki Ashton Kutcher'in her ifadesi herkes tarafından kıyaslanmaya çok müsait. Tarihi bir kişiliği canlandırmanın sorumluluğu ağır fakat yarattığı etki büyük. Son iki senede Akademi Ödülleri'nde Iron Lady filminde Margaret Thatcher'i canlandıran Meryl Streep ve Lincoln filminde Abraham Lincoln'u canlandıran Daniel-Day Lewis , En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında Oscar kazandılar.


Bu söz konusu projede özellikle oyuncu seçimi ve role uyarlanması konusunda gerekli hassasiyetin gösterildiğine bir türlü emin olamıyorum. İnandırıcı gelmeyen samimi olmayan bir şeyler var. Baş sebebi de başrol oyuncu... Mehmet Aslantuğ'nun mimiklerinde, konuşmasında fazla bir benzeme çabası seziyorum. Abartı malesef oyunculukta en gerekli unsurlardan biri olan doğallığı yerle bir eden bir etken. Kötü bir oyuncu olduğunu söyleyemem lakin her oyuncu her role en iyi şekilde uyum sağlamak durumunda değil. Fakat bana abartılı gelen aynı benzeme çabasını fiziksel olarak görebilmek de mümkün değil. En başta Mehmet Aslantuğ bu rol için gerçekten en uygun seçim mi? Bu tartışılır. Madem ki uygun görüldü o zaman bu oyuncuyu hamur gibi ele alıp en iyi kıvama getirip seyirciye sunmak zorundasınız.

Tüm hummalı olması gereken çalışmalar çok alelade yapılmış gibi bir hava sezdiriyor. Adnan Menderes gözlemlediğimiz kadarıyla alnı açık, saçları seyrek, şişman bir adam olmamasına rağmen sağlıklı günlerinde yanakları toplu, hafif de göbeği var. İnce ve keskin yüz hatları yok. Oldukça koyu saçlara ve kalın kaşlara sahip. Yüzleri birbirine benzemeye pek müsait olmasa da günümüzde plastik makyaj var ve oyunculuğa engel de değil. Türkiye'de dizilerin maliyetletleri geçmişe nazaran oldukça artık göstermiş durumda bu açıdan zorluk çekebileceklerini sanmıyorum, zaten böyle büyük bir işe girişirken bazı şeyler gözden çıkarılmak durumunda. Yukarıda saydığımız oyuncular vücutlarında kalıcı etki bırakabilecek değişimlere gözü kapalı evet diyorken Mehmet Aslantuğ'nun kaybedecek neyi olabilir? Ne Adnan Menderes'in mahkeme günlerindeki fiziksel olarak çöküntüye uğramış halini ne de bu dönemden önceki sağlıklı günlerini yansıtabiliyor. Bazı sahnelerde Adnan Menderes'i değil daha önce rol aldığı dizi Hanımın çiftliği'ndeki karakteri daha çok hatırlatıyor.

Türkiye'de dizi sektöründe artık orjinal işler bulmak çok zor. Dünyada zaten yapılmış ve kabul görmüş dizilerin birbirinden kötü kopyalarını izlemekten yorulduk. Dolayısıyla bizim olanı, bizden olanı ele alırken daha fazla hassasiyet beklemeye herkesin hakkı var. Daha az ama daha kaliteli iş izlemek aslında biraz da seyircinin elinde.  Kaliteli olan benimsenir ve her seferinde daha iyisi talep edilirse  hem televizyondaki iş hem de televizyonun karşısındaki izleyici karşılıklı birbirinin seviyesini arttırabilir. 

6 Eylül 2013 Cuma

" Kardeşimin Hikâyesi"


U-17 Milli Takımımız Avrupa Şampiyonası yarı finalinde Fransa karşısında Abdülkadir'in harika golüyle 1-0 öne geçiyor...


Fenerbahçe, Gökhan Emreciksin'le birlikte Ankaragücü'nden "Geleceğin Gerrard'ı" olarak gösterilen, Avrupa'da geleceğin yıldızları listesinde ilk 10 futbolcu arasında yer alan Abdülkadir Kayalı'yı kadrosuna kattı...

18 yaşındaydım, futbolla yatıp-kalkan biri olarak genç futbolcular daha da ilgimi çekiyordu ve hepsinin bir an önce sahnede olmasını istiyordum. Abdülkadir Kayalı yaşıtımdı ve F.Bahçe'ye transfer olmuştu. Onun hakkında daha önce yaptığım araştırmalardan Manchester City geçmişi olduğunu ve Avrupa'da birçok talibi olduğunu biliyordum. Bu transfer yalnızca beni değil futbol kamuoyunu da heyecanlandırmıştı... Herkes onu Sarı-Lacivertli formayla Kadıköy'ün çimlerinde görmek istiyor, forumlarda taraftarlar bunu sürekli dile getiriyor; ama o piyasaya çıkmıyordu. Çünkü gelir gelmez arka adalesi, yıllardır yapılan yanlış yüklemelere dayanamamış ve patlak vermişti. İşte kardeşimle hikayem tam da burada başlıyor...

Tesislerde aynı odayı paylaştığı 'Emre abisi' (Belözoğlu) tedavi için masör Aytekin Yılmaz'a gitmesini önerdi. O da doğru Aytekin'in evinin yolunu tuttu...
Aytekin Yılmaz kiracımızdı, futbol aşkıyla yanıp tutuşan bir genç için de bulunmaz bir nimetti. Doğal olarak ondan çıkmıyordum. Yine Aytekin'i esir aldığım günlerden biriydi. Kapı çaldı, içeriye bir 'Anadolu delikanlısı' girdi, evet o kişi 'Genç Abdülkadir'di. Merakla oynamasını beklediğim, seyretmek için can attığım bu genç futbolcuyu karşımda görünce, soru yağmuruna tutttum; o da 'içtenlikle' sorularımı cevaplamaya çalışıyordu. 17 yaşında F.Bahçe'ye transfer olmuş 'çocuk'ta şımarıklığın 'ş'si yoktu. Daha sonra Abdülkadir tedavi için koltuğa yattı, Aytekin'in kurduğu ilk cümle "Sen yıllardır bu adaleyle nasıl top oynuyordun, olağanüstü bir tekniğin var herhalde" oldu. Bu söz beni daha da heyecanlandırmıştı, onun futboluna karşı...

Gel zaman git zaman bizim muhabbetimiz artıyor, Abdülkadir 'Apo' oluyor, tedavisi de iyiye gidiyordu. Tedavi biterken Apo bizim evin bir çocuğu, benim yakın arkadaşım olmuştu artık. Neredeyse haftanın 5 gününü birlikte geçirdiğim bu adam F.Bahçe'de oynuyordu, altında arabası vardı; ama ne 'kızlarla' işi vardı ne de gece kulüpleriyle... Çok çalışıyor, sadece futbolu ve F.Bahçe'de oynamayı düşünüyordu. Türkiye Kupası'nda sadece Altay karşısında 15 dakika süre alabildi; ne Aragones, ne de Daum şans verdi ona.
Bir buçuk yıllığına kiralandığı İstanbul Belediye'de de 22 maçta görev verildi Abdülkadir'e. Ümit Milli Takım'da döktürse de Abdullah Avcı'nın ilk tercihi olmadı hiçbir zaman, sakatlıklar da peşini bırakmadı yine. 2011 yazında Fenerbahçe'ye geri döndüğünde çok sevdiği Aykut hocası, "Çok az oynamışsın Apo" dedi. "Geleceğin Gerrard'ı" olarak Ankaragücü'nden güç bela alınan Abdülkadir, Sezer Öztürk transferinde 'Artı' olarak kullanıldı: Para artı Abdülkadir... Oysa sadece 15 dakika şans verilmişti.
Apo, çok üzgün şekilde ayrıldı F.Bahçe'den. Küçüklüğünden beri hayalini kurduğu takıma gelip, oynamadan ayrılmak 'koyuyordu' en çok...

İstikamet Eskişehir'di. Kırmızı-Siyah günler çok parlak başlamıştı. Teknik direktör Bülent Uygun, "Sen büyük topçusun oğlum. Benim sana bir şey dememe gerek yok, istediğin gibi oyunu yönlendir" diyordu. Apo da içinden " Oh sonunda" çekiyordu. Fakat "3 Temmuz"da piyango Abdülkadir'e de vurdu. Bülent Uygun'un gözaltına alınmasıyla takımın başına Skibbe'nin getirilmesi Abdülkadir'in rüyasını kabusa çevirdi. Skibbe ile anlaşamayınca, Eskişehir'le sözleşmesini feshetti, transferin son günü Ordu'yla anlaştı.
Kampa geç katılması nedeniyle Ordu günleri, zor başladı. Teknik direktör Metin Diyadin, kendisini çok beğeniyordu ama kampı birlikte geçirmedikleri için Apo'yu kenarda oturtuyordu taa ki istifasına kadar. İstifasından önceki son maçta Abdülkadir'e şans verip, öyle ayrıldı Ordu'dan Metin Diyadin.
Apo için, artık Hector Cuper'li günler başlayacak, oynadığı her maçta takım kazanmasına rağmen, Cuper ona çok az süre verecekti. Geride bıraktığımız sezon da Abdülkadir için bir hayal kırıklığı oldu, takım ligden düştü. Taraftar sanki sorumlusu Abdülkadir'miş gibi sosyal medyadan küfürler yağdırdı, idmana gelip hakaretler etti. Abdülkadir 10 lig maçında oynamıştı, daha fazla oynasa belki böyle olmayacaktı; kim bilir...
A Milli takım hariç, Ay-Yıldızlı formayla, tüm kategorilerde kaptanlık yapan, Alper Potuk'un, Gökhan Töre'nin, Batuhan Karadeniz'in, Özgür Çek'in "Kapo"su, kaptanı Abdülkadir... Avrupa'da geleceğin yıldızı olarak gösterilen ilk 10 futbolcu arasında yer alan Abdülkadir... Fenerbahçe'nin transfer etmek için aylarca uğraştığı Abdülkadir... Yazları tatili kısa kesip özel hocayla idmanlar yapan Abdülkadir... Şimdi PTT 1. Lig'de, Türkiye'nin büyük camialarından Boluspor'da. Yeni bir sayfa açtı, daha 23 yaşında, hiçbir şey için geç değil. Kırmızı-Beyaz uğurlu gelir umarım, vurduğun gol olur... Gençliğini gece kulüplerinde değil spor salonlarında geçirmenin karşılığını inşallah alırsın kardeşim...

4 Eylül 2013 Çarşamba

İstanbul 2020?

2020 Olimpiyatları’nın hangi şehirde yapılacağı karara bağlanacak; artık saatler kaldı. Tokyo mu, Madrid mi, yoksa İstanbul mu seçilecek hep birlikte göreceğiz. Devlet büyükleri ve halk da ilk defa bu kadar ümitli durumdayken, spor basının akil adamlarından ve eski sporculardan görüşler aldım. İşte yorumlar:





Meleke: Kazanamazsak sürpriz olmaz
‘Futbol ansiklopedisi’, Milliyet gazetesi yazarı Uğur Meleke Olimpiyat adaylığımız konusunda şu ifadeleri kullandı: “Başbakanı, ’8 takım küme düşerse futbol ekonomisi batar’ diyen bir ülkeyiz. Bakanı, Şike Soruşturması’ndan sonra ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ diyen bir ülkeyiz. Benim olimpiyattan anladığım sadece ulaşım sorunu olmayan bir kent, güzel statlar, başarılı sporcular değil. Benim anladığım olimpik ruh, bu ülkede varmış gibi gözükmüyor. Bu yüzden olimpiyatları biz düzenlemezsek bu bana büyük bir sürpriz olmaz

Yerlikaya: Hak ediyoruz
“Asrın Güreşçisi” unvanlı milli sporcumuz Hamza Yerlikaya’nın 2020 Olimpiyat Oyunları’nın İstanbul’a verileceği konusunda inancı tam: “Başbakanımızın önderliğinde özellikle spor bakanımızın da yoğun çalışmalarıyla çok iyi bir adaylık süreci gerçekleştirdik. Benim kazanacağımızdan kuşkum yok. Gerek kentsel dönüşüm ve tesis projeleri ve genç nüfusumuzla, bunu hak ediyoruz. Ayrıca İstanbul’da daha önce gerçekleşemeyen bir organizasyon olması da ibreyi bize doğru çeviriyor. Öte yandan iki kıtada gerçekleşen bir olimpiyat olacak hem Avrupa’da hem de Asya’da. Bu faktörleri göz önüne aldığımızda, bizim seçilmemiz gerekiyor.

Karacan: Aktif politika ağır basar
Spor Basının ‘Romantik Adamı’ Okay Karacan, geçmişe göre çok daha hazır, çok daha istekli olduğumuzu belirtti; ancak Tokyo’nun bir adım önde olduğunu ifade etti: “İlk kez bu kadar kuvvetliyiz. İlk kez siyasi iktidar, İstanbul’un yerel otoritesi, iş dünyası ve ‘sokaktaki adam’ olimpiyat için geçmişte hiç olmadığı kadar istekli ve destek veriyor. Bu kadar güçlü bir isteğin olması, olimpizm ruhunu besleyecek ve İstanbul’u tercih haline getirecektir. Ne var ki; geçtiğimiz günlerde basına sızan, Madrid, Tokyo ve İstanbul’un kriter değerlendirme rakamları, birçok kalemde Madrid-Tokyo lehine; İstanbul aleyhine gözüküyor. Bunu ciddi bir değerleme olarak alacaksak, şansımız yok.
Bu değerlendirmeyi çöpe atacak olursak, şimdiye kadar yapılan kulis çalışmaları, ve son birkaç günde yapılacak girişimler belirleyici olabilir. Uluslararası siyasetin Orta Doğu’ya odaklandığı bir ortamda Madrid ve Tokyo’ya oranla şansımız zayıflamış olabilir; bu göz ardı edilmemeli. En zayıf noktalardan biri de; Türk spor algısının son zamanlarda doping, şike ve teşvik olaylarıyla ciddi zedelenmiş olması. Kişisel kanaatim, Arjantin’de son 2 günde yapılacak kulis çalışmalarının, iki ülkenin yarışacağı final oylamasına taşıyabilir nitelikte olduğu. Yine de IOC Değerlendirme Komitesi’nin 3 şehre yaptığı ziyaretlerin ardından; Japonya’nın yürüttüğü çalışmaların, aktif politikanın ağır basacağı yönünde. Üzülerek söyleyeyim ki Tokyo favori gözüküyor


Eler: 100 metre yarışı gibi
Spor Yazarı Caner Eler’in Olimpiyat adaylığı konusundaki görüşleri şu şekilde: Olimpiyat Oyunları çok kapsamlı, geniş bir olay. Her adaylık dosyasının belirli güçleri var. Teknik raporlarda da çok büyük fark yok. İstanbul’un ne Madrid’den ne de Tokyo’dan fantastik bir eksiği yok. Teknik raporlar da her şeyi ifade etmiyor tabii ki. İlişkiler ve lobi de seçime etki edecek faktörler. Ancak son saniyede bile insanlar kararını değiştirebilir. Değişkenler çok fazla olduğundan öngörü yapmak da çok zor. Örneğin 1996’da herkes, Atina’ya verilmesini bekliyor ama olmadı. 100 metre yarışı gibi düşünün; 3 ülke de finişe kafa kafaya girecek.
Önemli olan şehirlerde teknik yapılanmanın yanında olimpiyat kitlesini de oluşturmak. Çünkü sadece inşaat, stat, salon yapmakla bitmiyor. Ülkemizde gerçekleşen uluslararası organizasyonlarda da bunun örneklerini gördük. U-20 Dünya Kupası’nda bir kitle oluşmadı ama WTA çok güzel bir organizasyon olmuştu. Ayrıca 2020’yi kaybetmek dünyanın sonu değil. Önemli olan vaat edilen ‘İnsan projelerine’ devam etmek ve gerçekleştirmek.




Süleymanoğlu: Müslüman ülke olmamız avantaj
‘Cep Herkülü,’ 3 kez olimpiyatlarda altın madalya kazanan eski haltercimiz Naim Süleymanoğlu, yarışın İstanbul ile Tokyo arasında geçeceğine düşünüyor: “Sonucu önceden kestirmek tabii ki çok zor ama İstanbul ve Tokyo arasında gider gelir. Avantajımız Müslüman bir ülke olmamız. Kazanırsak ilk kez bir Müslüman ülkesinde olimpiyat oyunları düzenlenmiş olacak. Ama son dönemde yaşanan Gezi Olayları, Suriye meselesi kararda etkili olabilir.”

Gökçe: Soluk soluğa
Gazeteci Atilla Gökçe ise son ana kadar nefes nefese bir yarışın olacağını söylüyor: “Türkiye 3 ay öncesine kadar favoriydi. Bugün itibariyle iş fotofinişe kaldı. Her ülkenin şansını azaltan da avantaj sağlayan da gelişmeler var.  Soluk soluğa bir yarış olacak. İstanbul’un şansı yüzde 33.”