Lisede bir ''Dil ve Anlatım'' dersinde hocamız konferans salonuna indirdi bizi, bir müzikal izleteceğinden bahsetti. O zaman aşina değildim müzikallere, daha önce hiç izlememiştim belki de. Salona geldik, hocamız açtı bir sahneyi. Tamamını izletmeye kalksa kimsenin izlemeyeceğini bildiği için muhtemelen en başından başlayamadık. Ben sonradan tamamını izleyince fark ettim; en çarpıcı sahneymiş meğerse. Bir tanesi oldukça garip görünüşlü, biri yaşlı, biri de genç ve yakışıklı bir adam, uzun saçlı ve güzel bir kadın için şarkı söylüyorlardı. Üçü de ona aşıktı. O an, ilk defa o sahneyi izlerken hangisine daha çok dikkat edebildim şimdi hatırlayamıyorum; o büyülü müziğe mi, yoksa garip görünüşlü adamın ilk başta korkutan ama sonradan etkisi altına alan sesi mi, sahnenin görkemi mi, Fransızcayla bütünleştiğinde şiir etkisi yaratan sözler mi? İlk izlediğimde fark edemediğim pek çok ayrıntı vardı muhakkak o sahneyle ilgili ama bir şeyler kesinlikle vardı beni etkisi altına alan, garip bir ağlama hissi uyandıran bir şeyler...
Bu müzikal Victor Hugo'nun eserinden uyarlanan Notre-Dame de Paris'ti. 18 Eylül 1998'de ilk defa Paris'te sergilenen müzikalin sözleri Luc Plamondon tarafından yazılmış, besteleri Richard Cocciante tarafından yapılmış. Çağımızın iki büyük dahisi diyorum ben onlara. Kendileri sanatla kutsanmış, müzikalin benim gibi yıllardır esiri olmaktan kurtulamayanları da sanatlarıyla lanetlemiş iki yetenek. İsveçli usta yönetmen Ingmar Bergman'ın ''Till Gladje'' filminde geçen bir replik aklıma geliyor: ''Sana gerçek sanatın sırrını söyleyeyim, o mutsuzken yaratılan bir şeydir.'' Eğer bu doğruysa bu iki sanatçının neler yaşadıklarını ayrıca merak ediyorum.
Şimdi müzikalin kahramanlarına gelecek olursak;
O tuhaf saçlı adam benim Quasimodo'mdu. Şimdi bu yazıyı yazarken karşımda bana hala gülerek bakan dostum orada zincirlere bağlanmış bir vaziyette büyük aşkı Esmeralda için ''Belle'' isimli şarkıyı söylüyordu. Notre-Dame de Paris'in bir müzikale uyarlandığını ilk defa o zaman öğrendim. İlk kez başka birinin gözünden Quasimodo'yu gördüm.
Sonradan tanıdım onu canlandıran ismi; Kanadalı şarkıcı Garou. Romanda vahşi bir asaleti temsil ettiği söylenen, çok çirkin olduğu için ailesi tarafından sokağa atılan Quasimodo'yu canlandıran şarkıcı hırçın bir sese sahip. Bir o kadar da duygusal. Acıyı sesiyle somutlaştırmış. Karşılıksız bir şekilde Esmeralda'ya aşık olan Quasimodo'nun bedeninden daha çok yıpranmış olan ruhu, Garou'nun sesinde yeniden canlanmış. Yalnız ne sırtındaki kambur ne de suratındaki makyaj Gorou'yu çirkin göstermeye yetmiş. Normalde zaten yakışıklı bir adam olan Garou bu haliyle bir de karizmatik olmayı başarmış, aslında romanda oldukça çirkin tasvir edilen Quasimodo'yu canlandırırken. Yani benim Quasimodo'm ne yaparsa yapsın çirkin olamıyor işte. Üzgünüm Hugo!
Yıllar önce ailesi tarafından sokağa atılan
Quasimodo'yu alıp zangoç olarak yetiştiren ve Esmeralda'ya aşık olduğu için kendisini bir türlü affedemeyen rahip Frollo'yu canlandıran muhteşem sesli Daniel Lavoie. Canlandırdığı sert ve tavizsiz karakteri gibi güçlü ve kudretli bir sese sahip. Ortalığı inletir cinsten. İçine düşen aşkın yarattığı çelişkinin kurbanı olmuş, güçlü duran ama aslında zayıf bir adam. Yaşadığı bu çelişkiyi yüzünde, bakışlarında, ellerinde somutlaştırmış. İzlerken dikkat edin, Frollo şarkı söylerken ellerini nereye koyacağını bilemez gibidir. Dogmatizmi temsilen, makyajla sertleştirilmiş yüz hatlarının arkasındaki iradesizliği çok iyi yansıtır.
Esmeralda'yı kendine aşık eden, müzikalde de geçtiği üzere ''Güneş gibi yakışıklı'' olan asker Phoebus'u canlandıran Patrick Fiori'ye yıllardır aşığım sanırım, müzikalin tüm diğer hayranları gibi. Aslında çok yakışıklı bir adam olarak tasvir edilen bir karakteri canlandıran Patrick Fiori ilk bakışta öyle yürekler yakan cinsten bir adam da değildir oysa. Esmeralda'nın aşkından etkilendik sanırım biz izleyenler. Müzikalin oyuncu kadrosunun katıldığı bir programda rastlamıştım, aslında sarışın olan Phoebus için siyah saçlı Fiori'yi, yine sarışın, zayıf ve ufak tefek bir kız olan nişanlısı Fleur-de-lys için de o zaman hafif balık etli olan Julie Zenatti'yi niye seçtiklerini sormuşlardı. ''Sesimiz için muhtemelen.'' demişti Zenatti. O kadar haklı ki. İki kadın arasında kalmış Phoebus'e hayat veren Fiori'nin yumuşak ve lirik olarak nitelendirebileceğim sesinin, ızdarıbını haykırdığı ''Dechire'' adlı şarkısını söylerken gittikçe huzursuzlaşması, resmen ikiye bölünmesi şaşkınlık uyandırıcı.
Bir insan, bir sese benzer mi? Bunun bu müzikalle mümkün olabileceğine inandım. Bu oyuncuların her birinin canlandırdığı karakter, sesleriyle ortak özelliklere sahip. Çocukluğundan beri eksikliğini duyduğu sevginin özlemiyle yaşayan, güzeller güzeli Esmeralda'yı canlandıran Helene Segara'nın kırılgan sesi, hayatında Phoebus'tan başka bir erkeği gözü görmemiş genç ve saf Fleur-de-lys'i canlandıran Julie Zenatti'nin, müzikalin beni en çok etkileyen ''La Monture'' adlı şarkısını söylerken, aşkının elinden alınmasıyla insan doğasının en acımasız duygularından biri olan hırsı notalarla ete kemiğe büründüren sesi, hayatta azınlık ve dışlanmış olarak yaşamanın insanı iki kat daha acımasız, daha temkinli yapmaya zorladığını gösteren, evi sokaklar olan Clopin'i canlandıran Luck Mervil'in amiyane tabirle ''Yırtık'' sesi, ve son olarak müzikalin ders verir nitelikte açılışını yapan, Paris sokaklarının ozanı Gringoire'yi canlandıran Bruno Pelletier'in dünyayı sarıp sarmalayacak büyüklükteki sesi...
Müzikalin içeriği öyle dolu ki, abartılı ve ihtişamlı dekorlara hiç gerek yok. Sözlerle ve hikayenin gidişiyle uyumlu ilerleyen ve yerinde kullanılmış belli başlı ögeler var. Dansçılar yine müzikle sonsuz uyumlu. Makyaj yukarıda bazı kısımlarda da belirttiğim gibi karakterlerin özelliklerini fiziksel olarak destekleyecek nitelikte kullanılmış. Göze fazla gelecek, rahatsız edecek hiçbir şey yok. Her şey çok sade ve bir o kadar güzel.
Elimde olsa herkese bu müzikali bir defa olsa izleyin, dinleyin, bunu bir defa yaşayın diye yalvarırdım. O gün sınıfta sadece bir parçasını izlediğim bu eseri sonradan hocamdan tamamını alarak kaç defa izledim artık hesabını tutamıyorum. Üzülerek, mutlu olarak, kızarak, şaşırarak, tüm duyguları birbirine karıştırarak ama en çok da ağlayarak izledim her seferinde. Siz düşünün artık insanı ne hallere soktuğunu. Hayatımın her köşesine sıkıştırdım beş senedir, her anımda bir yeri var bu şarkıların, daha da olacaktır umarım...
Bu yazıyı şimdi yazmak istedim çünkü bir haber duymuştum geçenlerde müzikal İstanbul'a geliyor diye, kesin bir bilgi değildi ama. Sonra, Uludağ Üniversitesi'nde okuyan arkadaşım Simge yazmış geçen gün: ''Müzikal geliyor, Nisan'da İstanbul'dayım!'' diye. Kalp atışım kaça yükseldi o an bilmiyorum. Diğer arkadaşlarımıza da haber saldık gitmemiz lazım diye. Yanında ağlayacak insanlara ihtiyacım olacak çünkü. Çok isterdim yukarıda bahsettiğim orjinal kadrosuyla ve orjinal dilinde gelsin. Varımı yoğumu hatta çok sevdiğim bilgisayarım Bynie'yi satar bir bilet alırdım herhalde! Fransızca bilmediğim halde bu müzikali dinlerken sanki anadilimmiş gibi hissediyorum. Ezberledim artık yıllardır. Zamanında esas kadrosundan izleyen insanları herkesten çok kıskanıyorum. Olsun ama, yeter ki adı Notre-Dame de Paris olsun...
Toplamda on beş gösterimi olacak olan müzikalin ilk gösterimi, 23 Nisan 2014 Çarşamba günü Zorlu Center PSM'de gerçekleşecek. Umarım müzikal seven ve fırsatı olan herkes orada olabilir...
Bu da benim Quasimodo'm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder