6 Ekim 2013 Pazar

Müzikalciler: ''Notre-Dame de Paris''

       Dedem ben dört yaşındayken Finlandiya'dan bir oyuncak getirmiş bana. Ben hatırlamam tabii getirdiği zamanı. Büyürken hep yanımdaydı aileden biri gibi, yıllar geçtikçe çok yakın dost olduk. Çok iyi baktım ona. Aslında göze güzel görünmeyen, turuncu saçlı, garip biçimli bir adam bu. Bir peluş oyuncak. Şimdi onu hiç tanımıyor olsam, bir çocuğa hediye olarak seçmeyeceğim türden bir şey. Beni hiçbir zaman rahatsız etmedi ama garip görüntüsü, aksine sevimli bulurum onu. İsmi Quasimodo'ymuş. Bir hikayesi varmış aslında benim bilmediğim. Yıllar sonra babam çocuklar için yazılmış bir öykü kitabını almıştı bana. O zaman öğrendim çirkinlik benim tatlı Quasimodo'mun kaderinde varmış.



Lisede bir  ''Dil ve Anlatım'' dersinde hocamız konferans salonuna indirdi bizi, bir müzikal izleteceğinden bahsetti. O zaman aşina değildim müzikallere, daha önce hiç izlememiştim belki de. Salona geldik, hocamız açtı bir sahneyi. Tamamını izletmeye kalksa kimsenin izlemeyeceğini bildiği için muhtemelen en başından başlayamadık. Ben sonradan tamamını izleyince fark ettim; en çarpıcı sahneymiş meğerse. Bir tanesi oldukça garip görünüşlü, biri yaşlı, biri de genç ve yakışıklı bir adam, uzun saçlı ve güzel bir kadın için şarkı söylüyorlardı. Üçü de ona aşıktı. O an, ilk defa o sahneyi izlerken hangisine daha çok dikkat edebildim şimdi hatırlayamıyorum; o büyülü müziğe mi, yoksa garip görünüşlü adamın ilk başta korkutan ama sonradan etkisi altına alan sesi mi, sahnenin görkemi mi, Fransızcayla bütünleştiğinde şiir etkisi yaratan sözler mi? İlk izlediğimde fark edemediğim pek çok ayrıntı vardı muhakkak o sahneyle ilgili ama bir şeyler kesinlikle vardı beni etkisi altına alan, garip bir ağlama hissi uyandıran bir şeyler...



Bu müzikal Victor Hugo'nun eserinden uyarlanan Notre-Dame de Paris'ti. 18 Eylül 1998'de ilk defa Paris'te sergilenen müzikalin sözleri Luc Plamondon tarafından yazılmış, besteleri Richard Cocciante tarafından yapılmış. Çağımızın iki büyük dahisi diyorum ben onlara. Kendileri sanatla kutsanmış, müzikalin benim gibi yıllardır esiri olmaktan kurtulamayanları da sanatlarıyla lanetlemiş  iki yetenek. İsveçli usta yönetmen Ingmar Bergman'ın ''Till Gladje'' filminde geçen bir replik aklıma geliyor: ''Sana gerçek sanatın sırrını söyleyeyim, o mutsuzken yaratılan bir şeydir.'' Eğer bu doğruysa bu iki sanatçının neler yaşadıklarını ayrıca merak ediyorum.

Şimdi müzikalin kahramanlarına gelecek olursak;


O tuhaf saçlı adam benim Quasimodo'mdu. Şimdi bu yazıyı yazarken karşımda bana hala gülerek bakan dostum orada zincirlere bağlanmış bir vaziyette büyük aşkı Esmeralda için  ''Belle'' isimli şarkıyı söylüyordu. Notre-Dame de Paris'in bir müzikale uyarlandığını ilk defa o zaman öğrendim. İlk kez başka birinin gözünden Quasimodo'yu gördüm. 

Sonradan tanıdım onu canlandıran ismi; Kanadalı şarkıcı Garou. Romanda vahşi bir asaleti temsil ettiği söylenen, çok çirkin olduğu için ailesi tarafından sokağa atılan Quasimodo'yu canlandıran şarkıcı hırçın bir sese sahip. Bir o kadar da duygusal. Acıyı sesiyle somutlaştırmış. Karşılıksız bir şekilde Esmeralda'ya aşık olan Quasimodo'nun bedeninden daha çok yıpranmış olan ruhu, Garou'nun sesinde yeniden canlanmış. Yalnız ne sırtındaki kambur ne de suratındaki makyaj Gorou'yu çirkin göstermeye yetmiş. Normalde zaten yakışıklı bir adam olan Garou bu haliyle bir de karizmatik olmayı başarmış, aslında romanda oldukça çirkin tasvir edilen Quasimodo'yu canlandırırken. Yani benim Quasimodo'm ne yaparsa yapsın çirkin olamıyor işte. Üzgünüm Hugo!


     Yıllar önce ailesi tarafından sokağa atılan 
Quasimodo'yu alıp zangoç olarak yetiştiren ve Esmeralda'ya aşık olduğu için kendisini bir türlü affedemeyen rahip Frollo'yu canlandıran muhteşem sesli Daniel Lavoie. Canlandırdığı sert ve tavizsiz karakteri gibi güçlü ve kudretli bir sese sahip.  Ortalığı inletir cinsten. İçine düşen aşkın yarattığı çelişkinin kurbanı olmuş, güçlü duran ama aslında zayıf bir adam. Yaşadığı bu çelişkiyi yüzünde, bakışlarında, ellerinde somutlaştırmış. İzlerken dikkat edin, Frollo şarkı söylerken ellerini nereye koyacağını bilemez gibidir. Dogmatizmi temsilen, makyajla sertleştirilmiş yüz hatlarının arkasındaki iradesizliği çok iyi yansıtır.

Esmeralda'yı kendine aşık eden, müzikalde de geçtiği üzere ''Güneş gibi yakışıklı'' olan asker Phoebus'u canlandıran Patrick Fiori'ye yıllardır aşığım sanırım, müzikalin tüm diğer hayranları gibi. Aslında çok yakışıklı bir adam olarak tasvir edilen bir karakteri canlandıran Patrick Fiori ilk bakışta öyle yürekler yakan cinsten bir adam da değildir oysa. Esmeralda'nın aşkından etkilendik sanırım biz izleyenler. Müzikalin oyuncu kadrosunun katıldığı bir programda rastlamıştım, aslında sarışın olan Phoebus için siyah saçlı Fiori'yi, yine sarışın, zayıf ve ufak tefek bir kız olan nişanlısı Fleur-de-lys için de o zaman hafif balık etli olan Julie Zenatti'yi niye seçtiklerini sormuşlardı. ''Sesimiz için muhtemelen.'' demişti Zenatti. O kadar haklı ki. İki kadın arasında kalmış Phoebus'e hayat veren Fiori'nin yumuşak ve lirik olarak nitelendirebileceğim sesinin, ızdarıbını haykırdığı ''Dechire'' adlı şarkısını söylerken gittikçe huzursuzlaşması, resmen ikiye bölünmesi şaşkınlık uyandırıcı.



Bir insan, bir sese benzer mi? Bunun bu müzikalle mümkün olabileceğine inandım. Bu oyuncuların her birinin canlandırdığı karakter, sesleriyle ortak özelliklere sahip. Çocukluğundan beri eksikliğini duyduğu sevginin özlemiyle yaşayan, güzeller güzeli Esmeralda'yı canlandıran Helene Segara'nın kırılgan sesi, hayatında Phoebus'tan başka bir erkeği gözü görmemiş genç ve saf Fleur-de-lys'i canlandıran Julie Zenatti'nin, müzikalin beni en çok etkileyen ''La Monture'' adlı şarkısını söylerken, aşkının elinden alınmasıyla insan doğasının en acımasız duygularından biri olan hırsı notalarla ete kemiğe büründüren sesi, hayatta azınlık ve dışlanmış olarak yaşamanın insanı iki kat daha acımasız, daha temkinli yapmaya zorladığını gösteren, evi sokaklar olan Clopin'i canlandıran Luck Mervil'in amiyane tabirle ''Yırtık'' sesi, ve son olarak müzikalin ders verir nitelikte açılışını yapan, Paris sokaklarının ozanı Gringoire'yi canlandıran Bruno Pelletier'in dünyayı sarıp sarmalayacak büyüklükteki sesi...



Müzikalin içeriği öyle dolu ki, abartılı ve ihtişamlı dekorlara hiç gerek yok. Sözlerle ve hikayenin gidişiyle uyumlu ilerleyen ve yerinde kullanılmış belli başlı ögeler var. Dansçılar yine müzikle sonsuz uyumlu. Makyaj yukarıda bazı kısımlarda da belirttiğim gibi karakterlerin özelliklerini fiziksel olarak destekleyecek nitelikte kullanılmış. Göze fazla gelecek, rahatsız edecek hiçbir şey yok. Her şey çok sade ve bir o kadar güzel.

Elimde olsa herkese bu müzikali bir defa olsa izleyin, dinleyin, bunu bir defa yaşayın diye yalvarırdım. O gün sınıfta sadece bir parçasını izlediğim bu eseri sonradan hocamdan tamamını alarak kaç defa izledim artık hesabını tutamıyorum. Üzülerek, mutlu olarak, kızarak, şaşırarak, tüm duyguları birbirine karıştırarak ama en çok da ağlayarak izledim her seferinde. Siz düşünün artık insanı ne hallere soktuğunu. Hayatımın her köşesine sıkıştırdım beş senedir, her anımda bir yeri var bu şarkıların, daha da olacaktır umarım...



Bu yazıyı şimdi yazmak istedim çünkü bir haber duymuştum geçenlerde müzikal İstanbul'a geliyor diye, kesin bir bilgi değildi ama. Sonra, Uludağ Üniversitesi'nde okuyan arkadaşım Simge yazmış geçen gün: ''Müzikal geliyor, Nisan'da İstanbul'dayım!'' diye. Kalp atışım kaça yükseldi o an bilmiyorum. Diğer arkadaşlarımıza da haber saldık gitmemiz lazım diye. Yanında ağlayacak insanlara ihtiyacım olacak çünkü. Çok isterdim yukarıda bahsettiğim orjinal kadrosuyla ve orjinal dilinde gelsin. Varımı yoğumu hatta çok sevdiğim bilgisayarım Bynie'yi satar bir bilet alırdım herhalde! Fransızca bilmediğim halde bu müzikali dinlerken sanki anadilimmiş gibi hissediyorum. Ezberledim artık yıllardır. Zamanında esas kadrosundan izleyen insanları herkesten çok kıskanıyorum. Olsun ama, yeter ki adı Notre-Dame de Paris olsun... 

Toplamda on beş gösterimi olacak olan müzikalin ilk gösterimi, 23 Nisan 2014 Çarşamba günü Zorlu Center PSM'de gerçekleşecek. Umarım müzikal seven ve fırsatı olan herkes orada olabilir...



Bu da benim Quasimodo'm...





4 Ekim 2013 Cuma

Ben Arda sağ bekten dönme Arda


Florya Metin Oktay Tesisleri’ne, 2000 sonbaharında adımımı atarken benim tek hayalim Hagi’ye, Jardel’e veya Emre Belözoğlu’na rastlamak, onlarla bir karede yer almaktı;  eniştemin amacı ise yıldız takımda (12-14 yaş grubu) oynayan kuzenimin antrenmanını izlemekti.

TANIŞMA
Tesisin kafeteryasında antrenman saati beklenirken, ben duvarlardaki fotoğraflarda kaybolmuş, 70’li yılların yıldızlarını hafızama atıyor, yarısı toprak yarısı çim sahalarda golleri sıralıyordum… “Baba bak seni Arda’yla tanıştırayım” sesiyle rüyadan uyandım ve koşa koşa eniştemle kuzenimin yanına gittim. “-Baba bizim takımdan Arda. –Merhaba amca” diyaloğundan sonra Arda ile kuzenim antrenman sahasına doğru yol alırken, eniştem de Arda’yı işaret ederek, “Geçen idman izlemiştim çok iyi topçu” yorumunu yaptı. O takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonu oldu. 2002 Ağustos’unda kuzenim Galatasaray’dan ayrıldı, doğal olarak benim de Florya’yla ilişiğim kesildi; ama Mülayim, Cafercan, Ferhat, Uğur ve Arda isimlerini Florya’da bırakmamış, aklımda eve getirmiştim.

ARDA SARIYER’E KARŞI
2003-04 sezonunda kuzenim Sarıyer’in ‘Süper Genç’ (16-18 yaş grubu) takımında top koşturuyordu. Tüm profesyonel kulüpler arasında kura çekilerek, bölgelere göre takımlar kategorize edilirdi. Yani Sarıyer’in Süper Genç Takımı'yla Galatasaray’ın Süper Genç Takımı aynı grupta yer alabilirdi. Öyle de oldu. Büyük gün geldi çattı, Sarıyer ile Galatasaray 6 Aralık 2003’te (O gün Galatasaray A Takımı, İstanbulspor’a 3-1 mağlup olmuştu) Engin Keçeli Tesisleri’nde karşı karşıya geldi. Arda, beyaz boğazlı kazağı çekmişti altına. seremonide en arkada duruyordu, kuzenim de en arkadaydı. Arda kafasını çevirir çevirmez “Aaa Emrah ne haber ya” diye sarıldı kuzenime. (Gözümün önünden gitmez) Maç başladı ama Arda maçta değildi sanki. G.Saray’ın yedekleri de aralarında, “Çocuğu PAF’a çıkarttılar, bitirdiler baksana yürüyecek hali yok” şeklinde muhabbet çeviriyorlardı. Sağ açıkta görev yapan Arda, ikinci yarıda döktürmeye başladı 2 asist yaptı ve G.Saray maçı kazandı.
LANET SAKATLIK
Yıllar akmaya devam ediyordu…  Arda’nın Manisa’ya kiralık gönderildiğini öğrendim, başladım takibe. Şimdinin büyük starının Manisa’da sağ bekte oynaması o zaman da garibime gitmişti. Arda, Manisa’da iyi iş çıkardı ve yuvaya döndü; gerisini biliyorsunuz zaten!..
G.Saray’da kaptanlık mertebesine çok çabuk ulaşan, 2008’de kendini dünyaya tanıtan Arda’nın, belki de en kötü günleri 2010-2011 sezonunda geçmişti. Lanet osteitis pubis sakatlığı bir yana, basında çıkan iğrenç haberler genç yıldızı, psikolojik olarak çok yıpratmıştı. O dönem tekrar yollarımız kesişti Arda Turan’la. Masör Aytekin’in peşinden ayrılmıyordum daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi; Aytek nereye ben oraya…
İKİNCİ TANIŞMA
Arda da lanet sakatlıktan tamamen kurtulmak için Aytekin’in kapısını çalmıştı. İlk seansı kaçırdım ama ikinci seansta bu mümkün değildi. İstikamet Swissotel’di; Milli Takım kampı. Avusturya maçı öncesi, Okan Buruk’la, Almanya ve Belçika takımlarının değerlendirmesini yaparken, kapı çalındı; Arda Turan girdi odaya. Merhabalaştıktan sonra ben Okan Buruk’la muhabbetime kaldığım yerden devam etti. Tabii bu Arda’nın dikkatini çekti, “Kardeşim sen de futbolcu musun; konuşmaların futbolcu gibi sanki” dedi. Ben de Arda’ya yukarıda anlattıklarımı aynen aktardım. Kuzenimi sordu ve “çok iyi topçudur” yorumunu yaptı. Sonra fotoğraf çektirdik, Arda ertesi gün Avusturya’yı boş geçmedi, güzel bir gol attı.

BÜYÜK FİNAL
Bu karşılaşmadan bir ay sonra bu kez buluşma yeri Arda’nın eviydi. Kardeşi Okan ve Gökhan Şükür’ün de katılımıyla daha sıcak bir sohbet ortamı oluştu. Tedavi sonrası play station turnuvasında espriler havada uçuyordu. Arda her golünden sonra Muhteşem Yüzyıl’ın unutulmaz repliklerinden “Ben İbrahim, Pargalı İbrahim”i tekrarlıyordu. Turnuvanın şampiyonu olduktan sonra ise kurduğu, “Ben Arda, sağ bekten dönme Arda. Orta sahada deli gibi çalışan, rakiplerin korkulu rüyası Arda” cümlesi gerçekten müthiş bir final olmuştu.
Evet Arda . Şimdi tüm dünyanın tanıdığı, benim çocukluk kahramanlarımdan, G.Saraylılar’ın ve Atletico Madrid taraftarının sevgilisi Arda… Bizleri gururlandırmaya devam edeceğinden eminim. Her şey gönlünce olsun büyük kaptan…


*Merak edenler için kuzenimin ismi Emrah Şahinçiftçi. Şu an TFF 2. Lig'de Ofspor forması giyiyor. 


3 Ekim 2013 Perşembe

Uzaylı Köpek Limonçik

        Sokakta bir gün başıboş gezerken, bu soğuk haftanın da etkisiyle yağmurlu bir hava olduğunu varsayıyorum, belki de tam ısınacak küçük bir köşe bulup sığındığı sırada birileri gelip onu buluyor. Zavallıcık belki de sokaktan daha sıcak bir yere gittiği için mutlu bile olmuştur ama bir gün bir Sovyet uzay aracının içinde aşırı ısınmadan dolayı öleceğini bilse hayatının sonuna kadar üşümeyi tercih ederdi muhtemelen...

Bahsettiğim talihsiz arkadaş, Dünya yörüngesine çıkan ilk canlı olan küçük sevimli köpek, herkesin bildiği adıyla Layka... Aslında Kudryavka, Juçka, Muttnik, Curly gibi bir sürü isim verilmiş ona ama ben en sevimli olanı tercih ediyorum. Limonçik; yani küçük limon...



Geçen akşam nedense birdenbire merak ettim bu uzaya iniş-çıkış meselelerini başladım Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışını araştırmaya. Yok Alman füzesi, İngilizler, Amerikalı bilim adamları derken Sovyetlerin uzaya yolladığı Sputnik 2 aracının içindeki Limonçik o kadar dikkatimi çekti ki devam edemedim daha fazla konu hakkında araştırma yapmaya. Onda takıldım kaldım...


       İlk defa içinde canlı olan bir uzay aracını yörüngeye çıkarmanın sonucunda neler olabileceğini saptamak için bir köpek seçmeye karar vermiş Sovyetler. Hava koşullarına ve açlığa daha metanetli olduklarını varsaydıkları için de bunun bir sokak köpeği olmasına karar vermişler. Sokaktan seçilecek olan herhangi bir köpek... Üç yaşındaki Limonçik ile birlikte iki köpek daha seçilmiş sokaktan; Albina ve Muşka. İçlerinden hangisinin Uzay'a yollanmaya daha uygun olduğuna karar verebilmek için bazı testlere tabii tutulmuşlar. Muhtemelen pek lüks yaşam şartlarına sahip olmasalar da eskiden sokakların tamamına sahip olan bu üç köpeği, Sputnik 2 isimli uzay aracının içine yerleştirilecekleri küçük bölmeye alışabilsinler diye her gün gittikçe daralan kafeslerde tutmaya başlamışlar. Kafeslerin boyutu küçüldükçe köpeklerin huzursuzlukları büyümüş, boşaltım yapmayı durdurmuşlar. Roket kalkışını tecrübe edebilsinler diye uzay aracına benzer bir araca yerleştirilmişler, kalkış sırasında çıkacak sesleri dinlemişler bu esnada nabızları normalin iki katına çıkmış ve kan basınçları yükselmiş. Tüm bu testlerin ardından en dayanıklı köpek olarak Limonçik seçilmiş. Aslında herkesin evi olan sokaklardan alınıp daha önce hiç kimsenin gitmediği simsiyah bir yere tek başına yollanmak üzere seçilmiş...


Uçuş için oksijen zehirlenmesini önleyecek bir yaşam destek ünitesi, sıcaklığın yükselmesi durumunda serinliği sağlayacak bir vantilatör ve yedi gün yetecek kadar yiyecek araca yerleştirilmiş. Yani Limonçik'in Dünya'dan canlı bir şekilde ayrılması için gerekli tüm hazırlıklar tamamlanmış da, peki ya sonrası? Sonrası tabii insanlık adına büyük bir hizmet olan bu projenin faydaları adına bilerek ve isteyerek atlanmış. Canlı bir şekilde evinden ayrılan Limonçik'in nasıl aynı şekilde geri döneceği kimse tarafından hesaba katılmamış. Hatta bir bilim adamı uçuştan önce onu alıp evine götürmüş ve çocuklarıyla oynamasına izin vermiş. ''Onun için güzel bir şey yapmak istedim, yaşayacak çok az zamanı kalmıştı.'' demiş. Aman ne duyarlı! Tüm hazırlıkların ardından uçuş gerçekleştikten 7 saat sonra da araçtan gelen bir yaşam belirtisi kalmamış. Aylar sonra Sputnik 2, Dünya'ya düşüp parçalanmış...

Bir dersimizde Metin Erksan'ın ''Susuz Yaz'' filmini izlerken sahnenin birinde elinde ölü bir köpekle çıkagelen Erol Taş'ı görünce sınıfça irkilmiştik, hatırlıyorum. Hocamız da: '' Üzücü bir durum tabii ama üzerinden yıllar geçtiğini bildiğim için beni o kadar etkilemedi herhalde, yeni çekilmiş bir film olsa daha çok üzülürdüm.'' demişti şakayla karışık. Beni ise eski filmler hep daha çok etkiler...

Konuşamıyor olmak seçim sahibi olamamak demek oluyor bizim yaşadığımız uzayda malesef. Her gün hayvanların sokaklarda maruz kaldıkları zulümleri hepimiz biliyoruz ama ya böylesini? Daha önce kimsenin edinmediği bir tecrübeyi edinmek üzere bir sokak köpeğini görevlendirmek. Hem de sonuçlarını düşünmeksizin. Bir yarış uğruna! Amerika mı? Sovyetler mi? Uzay yarışında kim önde olacak? Bir şeyleri elde edebilmek için bazı şeyleri de feda etmek zorunda olduğumuzu farkındayım, dünyanın düzeni böyle ama Limonçik'i taşıyan Sputnik 2 gerçekten insanlık adına bir fayda sağlamak için mi Uzay'a yollandı? Araştıran herkes öğrenebilir ki daha önce yolladıkları Sputnik 1'in zaferini tekrarlamak ve dünyayı yeniden şaşkına çevirmek için Kruşçev'in emri üzerine hızlıca ve alelade bir şekilde tasarlanmış Sputnik 2 aracı. Söz konusu zaferlerinin süsü ve maskotu olarak da bir köpek atıvermişler içine, nasıl olsa sokak köpeği hesabını kimse sormaz!



Her şeye rağmen bu çalışmaların bir parçası haline getirilen canlıların en az zarara uğrayacak biçimde konuya dahil edilmeleri gerekmez mi? Öğrendiğim sözde insanlık adına büyük bir adım olması beklenen bu hikaye büyük bir utanç kaynağından başka bir şey olamaz. İki ülkenin girdiği yarışın elinde olmaksızın kurbanı olan zavallı bir sokak köpeği, insanlığa yapılan hangi hizmetin arkasına sığınarak ölüme terk edilebilir? Burada Limonçik'in dahil edildiği oyun insanlığa hizmet değil bir gövde gösterisi. Nitekim köpeğin Uzay'a gönderilmesinin sorumlularından biri olan Oleg Gazenko'nun yıllar sonra ettiği sözler de bunu kanıtlıyor: ''Bunu yapmamalıydık... Bu görevden köpeğin ölümüne değecek kadar çok şey öğrenmedik...''  Şimdi bile tüylerimi diken diken eden bu olaya yaşandığı zaman halkın ya da basının tepki göstermemesi de ayrıca üzülecek bir durum. Tabii o zaman dikkate değer olan daha önemli bir konu vardı. Amerika mı? Sovyetler Birliği mi? Bunu bilemiyorum ama bence ikisi de değil, Limonçik...

2 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Prensesin Hikayesi

     

        Oyuncu seçimlerindeki tutarsızlıklar silsilesi ilgimi çekmeye tüm hızıyla devam ediyor. Özellikle değer verdiğim isimlerin hayatları beyaz perdeye aktarılırken olaya çok daha hassas bakmaktan kendimi alamıyorum galiba...

Sinemanın her geçen gün teknoloji ile biraz daha iç içe geçmesi ile, ki bu da bana kalırsa sinemanın eşsiz büyüsünün gitgide kaybolmasına paralel bir durum, eski filmleri izlemeye pek çok kişinin deyimi yerindeyse tahammülü olmadığına kulaklarımla şahit oluyorum. Kişisel olarak sinemada beni yeni olandan daha çok heyecanlandıran bir şey varsa, o da eski olandır. Her konuda eski olana daha çok rağbet göstermem benim şahsi hazlarımdan kaynaklanıyor belki de ama, aslında eski film izleme alışkanlığını belli bir uyum sürecini aştıktan sonra herkesin edinebileceğine ve bu büyülü dünyayanın etkisinde kalacağına inanıyorum.

Malum oyunculuk dünyasında yaşlı-genç herkesin hayatında filmleriyle iz bırakmış yaşamlarıyla hepimizi etkilemiş, ne giydiğini, ne yiyip-içtiğini, gerçekte nasıl güldüğünü nasıl ağladığını, nasıl öldüğünü merak ettiğimiz çok insan var. Hepimizin kahramanları var, geçmişte kaldığı halde aslında her zaman var olmaya devam edecek siyah-beyaz kahramanlarımız... Onlardan bir tanesinin hikayesi sonunda beyaz perdeye aktarılıyor; 


Grace Kelly...



Grace Patricia Kelly, 12 Kasım 1929'da Amerika'da doğdu. 1951 yılında ''Fourteen Hours'' filmiyle sinema hayatına başladı, herkesin bildiği gibi sarışın aktris takıntısı olan Hitchcock'un dikkatinden kaçmadı. Onun ''Dial M For Murder'', ''Rear Window'', ''To Catch A Thief'' filmlerinde rol aldı.  ''The Counrty Girl'' filimdeki başarısıyla da her oyuncunun hayali olan oscar ödülünü kazandı. Kariyeri son derece başarılı devam ederken 1956 yılında Monako Prensi III. Rainier ile evlenerek Monako Prensesi Grace Kelly oldu. 1982 yılında da bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Tıpkı Prenses Diana gibi...



      Herkesin beyaz perdeden bir kahramanı vardır dedik ya, Prenses Grace de benim için onlardan bir tanesi. Yıllar önce yaşamış ben henüz ben doğmadan önce ölmüş. Güzelliğinin dillere destanlığını ilk kez babamdan duyduğum, etkisinin bugünlere kadar devam ettiği bir sinema tanrıçası.  Onun filmlerini izleyip de sadeliğinden, doğallığından ve  zarafetinden etkilenmeyen, onun gibi olmak istemeyen bir genç kız yoktur sanırım. Öyle saf bir güzelliği vardır ki sanki asla kötü birisi olamazmış gibi düşünürsünüz, evet onun gibi olmak istersiniz ama asla kıskanmazsınız. Kusursuz bir görüntü çizer adeta ama öyle ulaşılmaz biri de değildir sanki.  Öyle bir oyuncudur ki bakışlarından canlandırdığı karakterin arkasındaki samimiyeti sezebilirsiniz.  

Nicole Kidman oyunculuğunu da kendisi gibi ''soğuk'' bulmama rağmen beğendiğim bir isimdir. Özellikle Kubrick'in 1999 yapımı ''Eyes Wide Shut'' filmindeki oyunculuğu kendisi adına unutulmaz performanslarım arasında. Lakin canlandıracağı kişi Grace Kelly olunca tabii ben birden bire dikkat kesiliyorum ve aklımda malesef bazı şüpheler beliriyor. 

Bazı oyuncular vardır ki yüz yapılarının gereğince antagonist karakterleri canlandırmalarını hep daha uygun bulmuşumdur. Karşıt karakter olmak için fiziksel olarak adeta biçilmiş kaftan gibidirler ki bu bir oyuncu için bence lütuftur. Sanki olup biten her ne varsa her şeye muhalif olmak için yaratılmıştırlardır. Bakışlarına zıtlık işlemiştir. Kevin Bacon bunlardan biridir bana göre mesela. Kadın oyuncular arasında da Nicole Kidman'ı aslında hep bu tarz karakterlere uygun görürüm. Bu demek değil ki bu oyuncular aksi karakterleri kesinlikle canlandıramaz ama bahsettiğim karakterlere bürünmeye bir şekilde daha uygundurlar işte.

Nicole Kidman'ın uzun ve ince yüzü, kısık gözleri genel itibariyle sanki hep bir sinsilik uyandıran bakışları, Grace Kelly'nin geniş çehresi, iri gözleri ve içten bakışları ile bir türlü örtüşmüyor sanki. Henüz filmi izlemeden bu hükmü vermek belki de yanlış fakat fragmandan edindiğim izlenime göre bir türlü Nicole Kidman'ı izliyor olmaktan kendimi alıkoyamayacakmışım gibi geliyor. Nicole Kidman'ı rol yaparken izlerken daha önce de belirttiğim gibi beğenmiyor değilim fakat sanki gerçekte de soğuk bir insanmış izlenimini canlandırdığı karakterin arkasından sezinleyebiliyorum. Grace Kelly ise bunların tam zıttını hissettiren bir oyuncudur. Ailesine olan düşkünlüğü adına ve edindiği ünvana layık olabilmek için gençliğinden beri çok sevdiği sinema aşkını kariyerinin zirvesinde dizginlemiş olan fedakar ve naif bir kadın... 


Bunların yarı sıra acımasızca bir eleştiri olacak belki ama bir oyuncuda fiziksel olarak en çok tahammül edemediğim unsurlardan biri doğal yaşlanma sürecine engel olmak için her şeyleri olan yüzlerine yaptıkları müdahaleler. Malum Nicole Kidman da yaşının ilerlemesiyle bu akıma karşı koyamadı, aslında gayet güzel olan yüzü estetik ve botokstan gözle görülür bir şekilde muzdarip. Bu durum da bana Kelly'nin saflığına bir uygun kaçmıyor gibi geliyor. Belki de onu çok sevmemden dolayı ben fazla hassas düşünüyorum ama durum böyle.

Her şeye rağmen bu tarz projelerin yapılması izleyicileri heyecanlandıran bir durum. Henüz filmi izlemedik ama tüm Grace Kelly hayranları gibi ben de sabırsızlıkla bekliyorum. Umarım bu birbirine zıt durumlar filmi izlerken özellikle Grace Kelly'i tanıyanlar ve filmlerine aşina olanlar için rahatsızlık uyandırmaz. Çünkü onu seven ve hayatında yer etmiş olan herkesin bu projeyi bir an önce izlemek istediğine eminim.

Baktık ki beğenmedik bir kere daha açar ''Rear Window'' izleriz...